Kelimenin temel anlamı ulaşmak, bir şeyin son noktasına erişmek, olgunlaşmaktır. Edebiyat terimi olarak, bir düşünce ve duygunun yerinde ve zamanında, manâsı en açık şekilde ve akıcı bir dille ifade edilmesidir. Konu ile ilgili temel eserlerde sözün fasih (açık, anlaşılır ve akıcı) olmak şartıyla, söyleyenin, söze muhatap olanın ve dile getirilecek düşünce, duygu ve hayalin durumuna uygun şekilde söylenmesi olarak tanımlanır. Belâgatin özü itibarıyla da iki yönü vardır. Biri meleke, diğeri ilim olma durumudur.
Belâgat için öncelikli şart fesâhat, yani sözün açık ve anlaşılır olmasıdır. Fesâhatin bu ön şartının sağlanması için kelimede söyleyiş güçlüğü, kelimenin dil kurallarına aykırılığı ve manâsının anlaşılamaması gibi kusurlardan; söz diziminin ise söyleyiş/telâffuz güçlüğü, dil kurallarına aykırılığı ve cümlenin anlaşılamaması gibi kusurlardan uzak olması gerekir. Ayrıca konuşan veya yazanın, maksadını fasih kelimelerle dile getirmesini sağlayan bir melekeye sahip olması gerekir. Belâgat kitaplarında meleke kavramına özellikle vurgu yapılmış ve onun gelip geçici olmadığına dikkat çekilmiştir. Bu melekeye sahip olan kişi ilk olarak fasih kelimeleri seçer, daha sonra bunları yerli yerince kullanır. Fesâhat kusurlarını işlememesi için kişinin dile, grameri ve kullanımıyla birlikte hâkim olması ve dil zevkinin gelişmiş olması lazımdır.
Fesâhat ön şart olmakla birlikte her belîğ/değerli sözde vuzûh/açıklık tek başına belirleyici şart değildir. Böyle olsa idi mecazlı bir söyleyişin gerçek anlamında kullanılan sözden üstün olmaması, kapalı sözlerin etkileyiciliğinin bulunmaması gerekirdi.
Bir kişinin belîğ niteliğini kazanması için, beliğ sözlerle maksadını ifade edebilmesi lâzımdır. Bunun için de “durum”a (hâl ve makam) en uygun sözü seçip söylemesi gerekir. Bu bazen sözü îcâz yoluyla, yani kısa tutarak az lafızla bazen de itnâb yoluyla, yani sözü uzatarak çok lafızla ifade etmesi, muhatabının söyleyeceği sözü anlama ve o sözün maksadına intikal edebilme derecesine göre kelimelerini seçip cümlelerini düzenlemesi, lafız-manâ ilişkisinin yollarını en iyi şekilde bilip uygulayabilmesi ile gerçekleşir.
Söz söylenmesi gereken durumlar, ifade edilecek duygu ve düşünceler sayısız ve birbirinden farklıdır. Ayrıca bunları ifade edecek şahsın önünde de kendisinin ve karşısındakinin fikrî, zihnî ve psikolojik hâline, eğitim durumuna göre değişen ve çeşitlenen çok farklı seçenek vardır. Söz, tek bir manâyı birden fazla şekilde dile getirebilir. Manânın bu seçeneklerden kendisine en uygun olanıyla birleşmesi sonucu belâgat gerçekleşir.
Belâgat bir ilim olarak üç alt disipline ayrılır: Meânî, beyân, bedî’. Meânî sözün duruma uygun bir şekilde nasıl ifade edileceğinin cümle bilgisi dâhilinde açıklanmasıdır. Beyân bir maksadın birbirinden farklı usullerle ne şekilde dile getirileceği ile lafız ve anlam ilişkisini; bedî’ ise maksadı ifadede yeterli olan söze manâ ve ahenk açısından güzellik verme yollarını gösterir. Söz sanatları/edebî sanatlar tabir edilen özellikler, genellikle beyân ve bedî’ kısımlarındaki konulardan çıkarılmıştır.
Belâgat, bir ilim hâline gelmeden, kuralları tespit edilip metot ve terminolojisi ortaya konmadan önce de bilinçli bir kullanım olarak şair ve hatiplerin, hazır malzeme olarak da halkın dilinde bulunmaktaydı. Araştırmacılarca belâgatin ilk önce edebiyat eleştirisi olarak başladığı kabul edilir. Belâgatin ayrı bir ilim dalı olmasından önceki bu dönemi için yabancı tesirden söz etmek mümkün değildir. Belâgat ilminin kuralları, metodu belirlenmiş hâli İslâm’dan, hatta birçok ilim dalının terimleri ve kuralları ile ortaya konmasından sonradır. Bu ilmin birçok konusu ilk önce Kur’ân-ı Kerim’i anlama gayesiyle tefsir âlimlerince, Kur’ân-ı Kerîm’in dil/nazım bakımından üstünlüğünü vurgulamak için de kelâm âlimlerince ele alınmış ve incelenmiştir. Yani ilk dönemde belâgat; tefsir ve kelâm ilimleri ile iç içe bir durumda görülür. Kelâm âlimlerinin belâgat üzerine eğilmesi, mantık ilminin belâgatin şekillenmesindeki belirleyici rolünü artırmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde anlaşılmak üzere indirildiği vurgulanmaktadır. Onda bazı kelimelerin gerçek anlamında kullanılmadığı, bir hükmün farklı yollarla ifade edildiği, ses tekrarlarıyla etkileyici bir ahengin yakalandığı görülür. Bu metin, dil zevki ve şiirde ileri bir seviyeye gelmiş olan Araplara kendisi gibi bir metnin ortaya konulamayacağı iddiasıyla meydan okumaktadır. Diğer bir ifadeyle bu dinin mucizesi büyük ölçüde bir “dil mucizesi” idi. “Kendilerinin kullandığı harfleri kullanan” bu metin ne gibi ayrıcalıklara ve özelliklere sahipti ki Arap toplumuna meydan okuyabiliyordu? Bu soruya cevap bulmak için araştırmalar yapılmaya başladı. Dinî temelli bu araştırmalara daha sonra sosyal ve siyasal sebepler de kaynaklık etti. İslâm’ı kabul eden Arap olmayan unsurların aydın tabakası, hâkim milletin dilini, Kur’ân’ın dili olduğu için mükemmel bir şekilde öğrenmişlerdi. Bu doğrultuda Arap dili ve edebiyatının üstün özelliklerinin araştırılıp ortaya konması da gerekli görülmüştür. Ayrıca Arapların yerleşik medeniyete geçmeleri ve şehirleşmeleri (hadâret), kültür hayatlarının gelişmesine vesile olmuştur. Bu gelişme, edebiyat ürünlerinin konularında bir değişime yol açtığı gibi, hatip ve şairlerin birçok edebî görüş ortaya koymasına da zemin hazırlamıştır.
Hicrî 3. asırdan itibaren belâgat sahasında yeni bir çevre belirmeye başlamıştır. Bunlar kendilerine Yunan felsefesini ve onların retorik ile ilgili görüşlerini belâgat için temel kabul eden felsefeciler idi. Felsefeciler Yunan retoriğini anladıkları kadarıyla yaymaya çalışıyor, eş-Şi’r adıyla Aristo’nun Poetika; el-Hitâbe adıyla da Retorik kitabını özetleyerek tercüme ediyorlardı. Bununla birlikte bu kitapların doğru anlaşıldığını söylemek zor olsa da belli bir nispette etkisi olduğu da açıktır. Kudame b. Ca’fer (ö. 948) Arap belâgatini Eski Yunan’dan intikal eden bu esaslara uyarlamaya çalışmış, bu anlayış uzun süren bir tepkiyi de doğurmuş ve sonuç itibarıyla bu mücadele edebiyat kuramlarının gelişmesine de katkı sağlamıştır. Nitekim kelâm âlimlerinin de Kur’ân-ı Kerîm’in belâgat açısından i’câzı konusunda birçok hususu konu etmesi ve metnin değerine dair görüşleri, bu ilmin gelişmesine yol açmıştır. Hicrî 4. asırdan itibaren ise edebiyat eleştirisi ile ilgili pek çok eserin yazıldığını görüyoruz. Şiir eleştirisine dair kuramsal yaklaşımlar; mecaz ve söz sanatları, lafız-manâ uyumunun yanı sıra intihal gibi konuları da günümüz için dahi yeni kabul edilecek bir şekilde ele almışlardır.
Belâgat üstadı (şeyhu’l-belâgat) olarak anılan Abdülkâhir Cürcânî (ö. 1078-79) belâgat ilmine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Ona göre edebî değer, birbirinden bağımsız olarak kelimelerin seçiminden, tek başına metnin ses değerinden ve ahenginden, vezninden, düz yazı veya manzum oluşuna göre kafiye veya fasılalardan yahut mecaz, istiâre, kinaye gibi sanatlı söyleyiş şekillerinden kaynaklanmaz. Bir metni diğerlerine üstün kılan, bütün bu unsurların da katkıda bulunduğu, alternatifleri ile karşılaştırıldığında fark edilen cümle tekniğinde ve üslûptadır.
Abdülkahir Cürcanî’nin bu “nazm” görüşü Kur’ân-ı Kerîm’in i’câzının nerede aranması gerektiği ile ilgilidir. Bu konuyu tartışan, belâgat ile uğraşan kelâm âlimleri ile kelâmî meselelere etki eden belâgatçiler dolaylı olarak “bir metnin” lafzıyla mı manâsıyla mı, yoksa hem manâsı hem lafzıyla mı değerli olduğu problemi üzerinde durmuş, konuyu derinlemesine ele almışlardır.
Meânî ilminin bütün ayrıntıları ve inceliklerinin Zemahşerî’nin (ö. 1144) kalemiyle kemale erdiği kabul edilir. Bu ünlü Türk bilgini, beyân ve bedî’ ilimlerindeki konulara Arapçanın zevk-i selîmine varmış biri olarak getirdiği yorumlar ve analizler ile belâgate yeni bir açılım kazandırmıştır.
Belâgat çalışmalarında Abdülkâhir Cürcânî’den sonraki dönüm noktası Sekkâkî’dir. (ö. 1229). Müellif, Miftâhu’l-Ulûm isimli eserinin üçüncü kısmını belâgate ayırmıştır. Tasnif konusunda başarılı olmakla birlikte bu eser ile belâgatin meseleleri, dil bilgisindeki kuru kurallara dönüşmeye başlamıştır. Sekkâkî’nin ortaya koyduğu çerçevede yazılan eserlerin en önemlisi Celâleddin Muhammed el-Hatib el-Kazvînî’nin (ö. 1338) Telhîsu’l-Miftâh isimli eseridir. Kazvînî, Miftâh’taki meseleleri ince bir şekilde özetlemiş, zor kısımlarını açıklamıştır. Miftahü’l-Ulûm’un Kazvînî tarafından yapılan özeti Telhîs, Teftâzanî tarafından bu esere dayalı olarak yazılan Mutavvel ve Muhtasar isimli eserler ve başta Seyyid Şerif Cürcanî’nin (ö. 1413) yazdığı Mutavvel’e yazılan haşiyeler bütün İslâm dünyası ile birlikte Osmanlı coğrafyasında da asırlarca okutulmuştur.
Belâgat sahasında yazılan yukarıda işaret ettiğimiz eserler dönemin bilim dili Arapça ile yazılmıştır. Fakat bu tarihî süreç Arapçadaki belâgatin değil, belâgatin kendisinin sürecidir. Kaldı ki İranlı ve Türk aydın kesimi ve âlimler Arapça ile Farsçayı gayet iyi biliyor ve kullanıyordu. Daha sonraki yüzyıllarda, konu ile ilgili Arapça eserler örnek alınarak Farsça ve Türkçe eserler verildiğini de görüyoruz. Fakat bu eserler bu ilmin artık son şeklini aldığı dönemlere tesadüf etmektedir. Arapçadan sonra belâgat sahasında ilk önce Farsça eserler verilmiştir. Muhammed b. Ömer er-Râdûyânî ve Reşidüddin Vatvat’ın (ö. 1177) eserleri bu konuda önemlidir.
Osmanlı döneminde ise belâgat ile ilgili eserler iki koldan devam etmiştir: Klasik dönem medrese ekolü: Bu sahada asırlar boyunca Miftah, Telhîs, Mutavvel çerçevesinde ortaya konan eserlerin genellikle Arapça yazıldığı görülmektedir. Klasik dönem medrese dışı telif ekolü: Bunlar belâgat ile ilgili ilk Türkçe eserlerdir. Bu çizgideki eserler doğrudan belâgat eserleri değildir. Dolayısıyla bu çizgiyi takip eden eserleri “belâgat ile ilgili eserler” olarak nitelememiz lâzımdır.
Mehmed Tahir Selâm’ın (ö. 1844) Mîzânü’l-Edeb tercümesi (İstanbul 1257), Ankaravî’nin (ö. 1631) Miftahü’l-Belâga ve Mısbâhü’l-Fesâha (İstanbul 1284) isimli eserleri Türkçede basılan ilk belâgat kitaplarıdır.
Yenileşme döneminde Batı edebiyatına yöneliş, fikrî ve kuramsal hazırlıktan önce uygulamada, edebiyat ürünleriyle görülür. Her ne kadar gelişmiş, tutarlı bir zemine oturmasa da siyasî ve sosyal şartların da yardımıyla yeni edebiyat anlayışı çerçevesinde ortaya konan eserler gittikçe artan bir ilgi ile revaç bulmuştur. Bu dönemde yazılmış, eskiyi takip eden eserler bile kulvarlarını terk etmişler ve değişen şartlar karşısında yerlerini koruyabilmek için eski değerleri müdafaa ederken yeni bir üslûp arayışına da girmişlerdir.
Batı edebiyatının nazariyelerinin-retoriğinin, Türk edebiyatına kendi sistemine uygun bir şekilde girişi Süleyman Paşa’nın (ö. 1892) Mebâni’l-İnşâ’sı (I-II, İstanbul 1288-1289) ile başlamaktadır. Bu eserden sonra bu konuda yazılan eserler iki koldan devam etmiştir; bazı ufak tefek değişiklikler ile eski belâgat anlayışı, yani geleneği izleyenler ve geleneğin birikimini ve değerlerini Batı retorik kitaplarına peyrev kılanlar. Bu iki ucu en iyi yansıtan eserler ise Cevdet Paşa’nın (ö. 1895) Belâgat-i Osmaniyye’si (İstanbul 1298-1299) ile Recaizâde’nin (ö. 1914) Ta’lim-i Edebiyat’ıdır (İstanbul 1299). Ta’lim-i Edebiyat’ın tesirleri Cumhuriyet dönemine uzanmıştır.
Belâgat zaman zaman Batılı bir kavram olan “retorik” ile karşılanmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki belâgat ile bu kavram, yapıları ve özleri ayrı iki medeniyetin farklılıkları ile doğrudan ilişkilidir. Her ikisinin doğuşları, gayeleri ve gelişim süreçleri farklıdır.
Retorik, Eski Yunan’da halk önünde ve mahkemelerde konuşacak hatiplerin eğitimine hizmet için ortaya çıkmış, ikna etme gayesi belirleyicisi olmuştur. Roma retoriğinde de aynı durum görülür. Diğer bir ifade ile retorik, hitâbet sanatının temel prensiplerini konu alan ve toplumsal statüyü muhafaza etmek, hakkını savunmak, rakipleri ezmek gibi pratik amaçlara yönelik olan ilkeler bütünüdür. Retoriğin şekillenmesini sağlayan, bu pratik amaçlardır. Bir ilim dalı olarak belâgatin doğuşu ve gelişiminde belirleyici olan ise yazılı bir metindir. Bu metnin ürettiği anlam(lar), metnin sahibi olan Yaratıcı’nın insan ile birlikte yarattığı dilde gizlidir. Her iki kurallar bütününün belli konularının örtüşmesi elbette özleri, yapıları, gelişimlerinde etkilendikleri faktörler farklı olan bu iki ilmin aynılığını veya birisinin diğeri ile açıklanmasını gerektirmez.
Belâgat bugün de önemini haââ koruyan bir bilgi birikimine sahiptir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği “nâtık” olması, yani anlamlı söz üretebilmesidir. İnsan var oldukça bu özellik onun için aynı zamanda bir ihtiyaçtır. Bir düşünce ve duygunun ifadesine gerek oldukça yani söz var oldukça bu sözün kendi mahiyetindeki diğer eşiyle mukayese edilmesini ve ölçülmesini sağlayan birtakım kurallar ve ölçütlerin de olması gerekir. Diğer bir ifade ile belâgatin konusu önemini korumaktadır. Zira onun konusu dildir; şiir veya düz yazı, sözün doğru ve güzel kullanımıdır. Onun lafız-manâ ilişkisini ele alış şekilleri, dile yaklaşımı, metnin anlam üretmesi ile ilgili yönleri, sözün sanat yönüne dair, süsleme tarzlarına ilişkin verdiği bilgiler bugün için hâlâ yeniliğini ve ufuk açıcılığını korumaktadır. Fakat bu birikimden istifadenin önündeki en büyük engel, dil bilimiyle uğraşanların bu bilimsel birikime olan uzaklıklarıdır.
Günümüzde sanatkârın şahsiyetinin bütün yönleriyle ortaya konmasına yönelik üslûp çalışmaları yaygınlaşmıştır. Üslûp araştırmalarının insan psikolojisini, hayallerini, heyecanlarını, korkularını dile getirdiği dil ile ilgili araştırmalardan yararlandığı bilinmektedir. Edebî sanatların/ifade şekilleri ve özelliklerinin çoğu da bakabilen ve görebilen için sanatkârın şahsiyetine açılan pencerelerdir. Bu açıdan da belâgat önemini korumaktadır.
Belâgat bize edebî ürünlerin anlaşılmasına yönelik katkıda bulunması yanında, bu ürünlerin değerlendirilişine ve eleştirisine de yardımcı olacak imkânlar sunmaktadır. Edebiyat eleştirisine dair ortaya koyduğu yaklaşım hâlâ önemini ve yeniliğini korumaktadır.
Edebî eserlerde söz sanatları, yani dile etkileyicilik katan unsurlar önemlidir. Söz sanatlarından bütünüyle uzaklaşan edebiyatçılar bulunmakla birlikte, edebî eserlerin kalıcılık vasfını kazanmasında söz sanatlarının önemi kabul edilmektedir. Edebiyat dilinde öncelikli amaç düz iletişim, bildirişim değil, ses ve manâ bütünlüğü ile etkileyicilik olduğu müddetçe dilin özel kullanımı olacaktır. Belâgat için de ne söylenildiğinden ziyade, nasıl söylenildiği, yani dilin özel kullanımı önemlidir. Dolayısıyla belâgat bu özel kullanımı da konu edinir. Dilin bu tarz kullanımını belli bir kesimle sınırlandırmak da yanlıştır. Zira bunun kaynağı -bir edebiyatçının orijinal hayalinin bu konudaki önemini ve yerini kabul etmekle birlikte- konuşulan, yaşanılan hatta yön veren etkin, faal, üretici dildir.
Günümüzde dil ve dil bilimi çalışmalarının, üslûp araştırma metotlarının geldiği nokta, belâgatin önemini azaltmamakta, daha da belirginleştirmektedir. Bu, dil bilimi, göstergebilim, semantik gibi alt alanlarda konu edilen ve tartışılan pek çok konunun, asırlar önce daha sağlam bir muhakeme zemininde, daha etraflıca ve daha sağlam bir çerçevede ortaya konmuş olmasından kaynaklanmaktadır.
M. A. Yekta Saraç