BİLİM FELSEFESİ

Hüseyin Gazi TOPDEMİR views3549

Bilimin doğasını, yöntemini, değerini ve diğer bilgi dallarından farkını araştıran felsefe dalıdır. 19. yüzyılda akademik disiplin hâline gelen bilim felsefesi, öncelikle “bilimi felsefe konusu yapan nitelik, mahiyet veya değer nedir” sorusuna cevap aramaktadır ve verdiği cevap ilerleme, güven ve başarıdır. Bu yüzyılda bilimi anlama çabasının ürünü olarak ortaya çıkan bir diğer felsefe disiplini de bilim tarihidir. Bilim tarihi çalışmaları, aynı zamanda bilim felsefesinin gelişme çizgisinin anlaşılmasının da ipuçlarını vermektedir. Nitekim tarih boyunca ileri sürülmüş çok sayıda bilimsel açıklama modelinin ve kuramın yanlış olduğunu ve yerini bir yenisine bıraktığını ortaya koyan da bilim tarihidir. Lâkin bilimsel kuramlar değişirken bilimin ilerlemesinden söz edilebilmesi ve bu değişime karşın güven ve başarının bilimin sıfatı olması sorunları ortaya çıkmaktadır. Bu iki düzlemli soruya ilâve olarak bilim felsefesi, şu soruyu da yanıtlamalıdır: Bilim, felsefenin ilgisine neden ihtiyaç duymaktadır?

Felsefecilerin bilimle ilgilenmesinin nedeni bilim devriminden sonra bilimlerde görülen ilerlemelerdir. Kuramsal açıdan büyük başarılar kazanan deneysel bilimlerde ortaya konulan bilgiler, bir yandan o tarihe kadar görülmedik ölçüde olgu bilgisinin elde edilmesini sağlamış, diğer yandan da hızla uygulamaya dönüştürülerek bugün teknoloji dediğimiz gelişmeler dizisinin yaşanmasına yol açmıştır. Buhar makinesinin geliştirilmesiyle başlayan süreç, sanayi ve endüstri devrimlerinin gerçekleşmesiyle sonuçlanınca dünyanın çehresi değişmiş ve sonuçta bu gelişmelerin mimarı olan bilim hızla ilgi odağı hâline gelmiştir. Gösterilen ilgi bilimin amacı, konusu, yöntemi ve değeri gibi boyutlarıyla düşünülmesini sağlamış, giderek bilim üzerine değerlendirmelerde bulunulmaya başlanmıştır. Öncelikle kuram ve uygulama bakımlarından bilimde ortaya çıkan gelişmeler devrim olarak nitelendirilmiş ve “ilerleme” olarak kabul edilmiştir. Sonuçta bilimin ilerleme niteliğine sahip bir etkinlik olduğu konusunda bilim ve düşün insanları uzlaşmıştır. İlerlemeyle birlikte gerçekleşen hız, konfor ve kolaylık gibi gelişmeler, kısa sürede insanların alışkanlık kazanmasına ve bilimsel başarıların toplum nezdinde benimsenmesine neden olmuş ve bilimin çok daha fazlasını başaracağı beklentisi oluşmuştur; tıpkı bütün dünyada COVID-19’dan ancak bilimle kurtulunacağı beklentisine girilmesi gibi. İsteme ve beklenti güce dönüşünce ülkeler daha fazla ilerleme için bilime ve özellikle deneysel araştırmalara kaynak aktarmaya başlamışlar ve giderek CERN gibi dev araştırma laboratuvarlarının kurulması sürecine girmişlerdir. Bütün bu gelişmeleri sağlayan ise bilime duyulan güven ve bağlanmadır. Dolayısıyla amaç, ilerlemeyi tesadüfî olmaktan çıkarmak, kalıcı, yöntemli, devamlı, anlaşılabilir ve yasalı hâle getirmektir. İşte bilim felsefesi, bilimi kuramsal ve uygulamalı yönleriyle aydınlatmayı ve ilerlemeyi kalıcı hâle getirmek için yapılan çalışmaları göstermeyi amaçlamaktadır. Bu amaçlara ulaşabilmek için bilim felsefecileri öncelikle iki hususta yoğun çalışmaktadır. Birincisi “bilimi diğer etkinliklerden ayıran nitelikleri nelerdir” sorusuna doyurucu cevap bulmak ve bu yoldan bir türlü ilerleme kaydedemeyen diğer etkinliklerin de ilerlemesini sağlayacak bir prosedür oluşturmak; böylece bütün insanlığın aydınlanmasının imkânını yaratmak; ikincisi ise bilimin kullandığı gözlem, deney, anlam, kanıt, açıklama, ilerleme, birikim vb. kavramları mümkün olduğunca gündelik dilin çok anlamlılığından kurtaracak yetkinlikte bilim dili oluşturmak.

Bu çabaların gelişimi şöyle özetlenebilir. Birinci evre yukarıda sözü edilen bilimsel gelişmelerin, dolayısıyla da bilimsel devrimin mimarlarından biri olan Newton’un bilim tanımını ve ortaya koyduğu bilimsel başarıları kaynak olarak alan pozitivist bilim anlayışıdır. Onlara göre, Newton’un Principia’nın girişinde dile getirdiği, “doğal olaylardan hareket ederek onları düzenleyen genel kuralları elde etmek, ardından da ileride meydana gelecek olayları öngörebilmek” ifadesi, gerçek bilim tanımıdır. Okul mensupları tanımdan şu sonucu çıkardılar: Bilim olgularla ilgilenir. Öyleyse bilimi bilim olmayan etkinlikten ayırmanın ölçütü, yani sınırlandırma ayracı gözlem ve deney olmalıdır. Çünkü Newton’un tanımına göre bilimsel araştırma olgularla başlamakta ve olgular hakkındaki yargılarla tamamlanmaktadır. Olguların bilgisi gözlem ve deney dışından elde edilemez. Üstelik Newton bu bilim izlencesini uyguladığı için başarılı olmuştur ve bu izlence kısmen değişikliğe uğrasa da bugün de geçeridir. Sorunsuz gibi görünen bu yaklaşımın, bilimlerin ilerlemesi ve özellikle de kuramsallaşma düzlemlerinin ve düzeylerinin artmasıyla birlikte, ayırt edicilik görevini yerine getirmekte zorlanmaya başlaması ise bilim felsefesi çalışmalarının yeni bir evreye taşınmasının başlangıcı olmuştur. Üstelik tek sıkıntı gözlem ve deneyin sınırlandırma ayracı görevini başarıyla yapamaması da değildi; zira bilim adını kullanmaktan çekinmeyen tarih, matematik vb. etkinlikler için de gözlemin ve deneyin iyi bir sınırlandırma ayracı olmadığı ortadaydı. Bu yetersizliği gidermek için gözlem ve deneyden vazgeçmemek üzere, bilimin dili, bilimsel araştırmanın mantığı ve bilimin ilerleme süreçleri hakkında ayrıntılı felsefî çalışmalar yapılmaya başlandı. 20. yüzyılın başlarında “yeni pozitivizm” denilen felsefe okulu böylece doğmuş oldu. Bu yaklaşım gözlem ve deneyi, bilimsel olanın belirlenmesinde temel kaynaklar ve ölçütler olarak gördü ancak bilimin mantığı ve bilimin üretildiği dilin yapısı da bilim açısından “ek ölçütler” oluşturabilir anlayışıyla yeni bir tartışma başlattı. İster gözleme ve deneye isterse ek ölçütlere dayandırılsın, “doğrulanmadığı sürece bir bilgi bilimsel olamaz” yargısı bu okulun temel ilkesi oldu ve “doğrulamacı bilim anlayışı” olarak adlandırıldı.

Bilim hakkındaki felsefî sorgulamalar arttıkça yerleşik bilim algısı kökten değişmeye başladı ve değişim daha fazla bilime yönelmeyi besleyen bir kaynak hâline geldi. Yeni pozitivist filozofların, bilimin bütünüyle rasyonel bir mahiyet taşıdığını daha güçlü argümanlarla savunmaya hazırlandıkları sırada, “paradigma değişimi” biçiminde düşünce tarihine geçen ve “ilerlemenin” bu yoldan gerçekleştiğini savunan Kuhn, yaptığı incelemeler sonucunda bilimde sanıldığından daha az rasyonellik bulunduğunu ileri sürdü. Diğer taraftan, ilerlemeye bağlılık göstermekle birlikte, ilerlemenin pozitivist okul temsilcilerinin belirttiği gibi çizgisel olarak değil, kopuş biçiminde oluşan sıçramalar şeklinde gerçekleştiğini sağlam bir biçimde savundu. Bu durum bilim felsefesindeki gelişmelerin üçüncü evresinin başlangıcı oldu.

Böylece bilim felsefesi, çok sayıda görüş farklılığının ortaya çıktığı ve giderek bunların sayısının ve çeşitliliğinin arttığı bir felsefe dalı hâline geldi. Çeşitliliğe yeni bir ses olarak Popper katıldı ve pozitivizme “doğrulanmadıkça bir iddia bilgi değildir” yargısı üzerinden meydan okudu. Popper, bu yargıyı “bilimsel çalışmanın doğasını yansıtmadığı” gerekçesiyle reddedip onun yerine -ama asla doğrulamanın zıddı olmayan- “yanlışlamacı bilim anlayışı”nı önerdi. Bu anlayışa göre, bilim büyük ölçüde deneye dayanmaktadır ve açıklama özelliği gelişmiş kuramlardan oluşur; tıpkı Newton’un öngördüğü gibi, deneye dayanılarak sınanır. Bundan dolayı, bilim insanları, kuramlar ileri sürmek ve bunları sistemli olarak sınamakla yükümlüdür. Böylece bilim felsefesinde güçlü seslerin meydan okumalarına tanık olunan bir döneme geçilmiş oldu. Artık nedensellik, açıklamanın bilimselliği, doğa kanunlarının işlevi, birikim ve bilimsel ilerleme gibi, bilime özgü kabul edilen kavramlaştırmaları “salt ampirik kabullerle” haklı kılmanın olanaklı olamayacağı açık ve seçik doğruluk hâline geldi. Sonrasında “olasılık” ve “istatistik” temelli yaklaşımların çıkmasının zamanı geldi çünkü atomun parçalanmasıyla, maddenin son yapıtaşı kavramlaştırması buharlaştı ve aynı anda yeri ve hızı belirlenemeyen bir varlıktan, elektrondan bahsedilmeye başlandı. Ampirik bakış açısının gözlemlenemeyenler hakkında söyleyecek sözü olamazdı ama 20. yüzyıl bilimi “gözlemlenemeyen gerçekliklerden” söz etmekteydi. Sorun gözlemlenemeyen gerçekliklerin doğrulanabilmesine olanak tanıyacak bir yaklaşımın nasıl oluşturulacağıydı. Bunun için matematiğe ve mantığa dayalı çözüm üretme girişimleri başlatıldı. Poincaré, Duhem ve Quine gibi bilim ve düşün insanları bu alanda epeyce emek ve zaman harcadılar. Kısacası bilimin araştırma alanı, kapsamı, derinliği arttıkça hakkında geliştirilen yaklaşımlar da çeşitlenerek devam etti.

Bu çeşitliliği oluşturan yaklaşımlardan biri de bilimi anarşist bir etkinlik olarak gören ve temelini Feyerabend’in attığı anarşist bilim felsefesidir. Bilimin kuramcı ve uygulamacı boyutlarını gözeten, ilerlemeci niteliğinden kuşku duymayan Feyerabend, düzen ve düzenlilik ilkesine bağlanan bilim kuramından çok, anarşist esası gözeten bilim yapma üslûbunun ilerlemeye uygunluğundan söz etti. Böylece geleneksel bilim algısında büyük yarılmalara yol açan bu düşünce çizgisinin öngördüğü, aslında anarşizmin bilimi niteleyen bir sıfat olacağını savunmuş olmasıdır. Anarşist kuramcı yaklaşımı “hümanist” bir etkinlik olarak değerlendiren Feyerabend, ilerleme özelliğini bilimin olmazsa olmaz koşulu olarak gören bilimselcilik yaklaşımının en önemli yanılgısının, aslında bilimin bu özelliğini ortadan kaldıranın kendisinin “ne olsa gider” biçiminde dile getirdiği ilkeye duydukları güven ve bağlanma olduğunu belirtti. Diğer bir önemli vurgusu da bilimin rasyonel bir etkinlik olduğu düşüncesinin evrensel bir nitelik değil, aksine bir gelenek olduğunu ileri sürmesidir.

Hüseyin Gazi Topdemir

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi