Bilim tarihi, tabii ve sosyal bilimlerin gelişmesini araştıran akademik disiplindir. Akademik bir disiplin olarak bilim tarihi, William Whewell’in (ö. 1866) History of Inductive Science (1837) adlı kitabıyla dikkate değer bir başlangıç yapmıştır. Bilim tarihi disiplininin kurum seviyesinde eğitimi ve incelenmesi, Belçika asıllı kimyager ve bilim tarihçisi George Sarton’un (ö. 1956), 1940’ta Harvard Üniversitesi’nde bilim tarihi profesörü olmasıyla başlar. Sarton’un Introduction to the History of Science (1918) adlı eseri bilim tarihi çalışmalarında dönüm noktası sayılmaktadır. Sarton bu çalışmada bilim tarihini, büyük insanlar ve büyük düşünceler anlayışı içinde ele alır. Sarton, tarihi, ilerleme seyri içinde gelişme ve gerilemenin belgelenmesi olarak anlar. Ayrıca İslâm tarihinde bilimin ancak ilk beş asırda parlak olduğunu ve bu altın çağdan sonra duraklayıp gerilediğini savunur.
20. yüzyılın ortalarından itibaren bilimin sosyal yapı içinde incelenmesi önem kazanmaya başlamıştır. Thomas Kuhn’un (ö. 1996) The Structure of Scientific Revolutions adlı eserinin 1962 yılında yayımlanması bu konuda dönüm noktasıdır.
Bilim tarihi çalışmalarının hâlihazırdaki durumuna bakacak olursak incelediği konular, ağırlık verilen hususlar, takip edilen usuller bakımından çeşitlilik taşıdığını görürüz. Bilim tarihi, Eski Mısır, Mezopotamya, Çin, Hint, Klasik Yunan’dan başlayan, içine Orta Çağ İslâm ve Avrupa bilim tradisyonlarını alan, modern temel ve uygulamalı bilimlerle ilgili yeni teori ve keşifleri de kapsayan, çok geniş ve çok farklı sahaları ihtiva etmektedir.
Çeyrek yüzyıl öncesine kadar bilim tarihçileri, bilim tarihi yazımında şu tezat yaklaşıma sahipti: Dahilî (internal) bilim tarihi anlayışında olanlar, yani belirli bilim dallarının iç gelişmelerini teknik şekilde ele alanlar ile bilimin gelişmesini incelerken daha geniş faktörleri göz önünde bulunduranlar, yani haricî anlayış sahipleri arasında bir bakış açısı ve usûl farklılığı vardı. Bu ikinci yaklaşım, bilim tarihiyle tarihin diğer yönleri arasındaki ilişkileri tespit etmeye çalışmakta, bilimin yapısını ve muhtevasını sadece onun problemleri, metotları ve çözümleri ile değil, belirli dönemlerin gerektirdiği iktisadî, sosyal ve ideolojik mecburiyetler ile açıklamaya çalışmaktadır.
Bilim tarihçileri, sözü edilen tezat konusunda bir karara varırken tarihin hem fikrî hem de sosyal veçhelerine ait meseleleriyle de karşı karşıya kalmışlardır. Bazılarına göre ilmî gelişmenin büyük bir kısmını incelerken ilmî, dinî ve felsefî fikirler arasında gözetilecek hiçbir gerçekçi yaklaşım farkı yoktur; böylece onlara göre bilim tarihinin tahlillerinde bu inanç şekillerine yer verilmesi gerekir. Yine bazı bilim tarihçileri bilimin, ilmî cemiyetler, üniversiteler ve araştırma enstitüleri gibi kuruluşlarla ilgili müesseselere dayanan temelini incelerken bazıları ilmî bilgi ile bu bilginin üretildiği değer sistemleri ve sosyal formasyonlar arasındaki kaçınılmaz ilişkiyi göstermeye çalışmıştır. Bugün ise bilim tarihi yazıcılığında bu tezadı o kadar açık görmek mümkün olmadığı gibi, bilim tarihi çalışmaları yeni yaklaşımları kabul edecek hâle gelmiştir.
Bilim tarihçileri, bilimin çeşitli dallarından, felsefe, sosyoloji, filoloji ve tarih gibi çeşitli sahalardan gelen heterojen bir gruptur. Bilim tarihi de kaçınılmaz olarak bu çeşitliliği metotlar, problemler ve çözümlerinde aksettirmiştir. Bu da bazı mahzurlarına rağmen bilim tarihini daha canlı ve yeniliklere açık bir disiplin hâline getirmiştir.
Bilim tarihiyle ilgili bir eserin yazılmasında, kanaatimizce bulundurulması gereken başlıca mantıkî mülahaza, tarih boyunca bilim anlayışının nasıl geliştiği meselesidir. Bilimin, içinde geliştiği toplumun kültür ve medeniyeti ile ilgisini kurmak tarihî araştırmanın ortaya koyması gereken bir diğer önemli meseledir.
Bilim tarihi çalışmalarında gözetilmesi gereken meselelerden biri de incelemelerin ele aldığı zaman kesitinin uzunluğudur. Kısa dönemde sabit görünen unsurlar, görünenden daha uzak sebeplere bağlı olarak ve daha uzak neticeler verecek şekilde değişebilmektedir. Dolayısıyla, bilim tarihi çalışmalarında kısa dönemi incelemek yanıltıcı olduğu için uzun dönemlerde meseleleri ele almak daha doğru bakış açılarının ortaya çıkmasını ve incelenen konularda daha sağlam vukufiyet elde edilmesini sağlayacaktır.
Türkiye’de, Batı’daki çalışmalara paralel bir bilim tarihi çalışması, Salih Zeki’nin (ö. 1921) araştırma ve yayınlarıyla başlar. Adnan Adıvar’ın (ö. 1955) Osmanlı Türklerinde İlim (Fransızcası 1939, Türkçesi 1943) adlı eseri, sahasında bir ilk olmakla beraber, Osmanlı döneminde bilim faaliyetlerinin fazla değeri olmadığı ve modernleşme döneminde Osmanlı ulemasının modern bilimlerin girişine karşı olduğu temel fikrini savunmuştur. Aynı anlayışta olan Aydın Sayılı (ö. 1993), Harvard Üniversitesi’nde doktorasını hocası George Sarton’un gözetiminde ve onun altın çağ teorisine bağlı olarak bitirdikten sonra Türkiye’ye döner ve bu anlayışla 1955 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Türkiye’nin ilk bilim tarihi kürsüsünü kurar. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde ise bilim tarihi kürsüsü 1984 yılında; bölümü ise 1989 yılında Ekmeleddin İhsanoğlu tarafından kurulmuştur. 1980 yılından itibaren üniversitelerin bilim tarihi anabilim dalları / bölümleri, IRCICA (1980) iş birliğiyle düzenlenen araştırmalar, konferans serileri ve uluslararası iş birliği programları Türkiye'de bilim tarihi sahasında yeni ufuklar açtığı gibi, yetkin genç bilim tarihçilerinin yetişmesini de sağlamıştır. Bu dönemde yayımlanan 18 ciltlik Osmanlı Bilim Tarihi Literatürü ve iki ciltlik osmanlı Bilim Mirası isimli eserler, Türkiye'de ve yurt dışında akademik çevrelerde geçerli olan Osmanlı bilim anlayışı konusundaki eski ön yargıların giderilmesini sağlamış ve "Osmanlı bilimi" terimini literatüre kazandırmıştır. Bununla birlikte, Osmanlı döneminde aktif bir bilim hayatının ve değişik dillerde yazılmış çok sayıda ilmî eserin varlığını tespit etmiş, Batı bilimiyle temas ve tercümelerin erken dönemde başladığını, yenileşme döneminde Osmanlı ulemasının modern bilimin girişini desteklediğini ve bilim sahasında eski-yeni çatışmasının olmadığını ortaya çıkarmıştır.