İslâm, Kur’ân-ı Kerim’in ilk inen ayetlerinden itibaren, çevre ile Yaratıcısı arasında güçlü bir bağ kurarak insanın çevreyle iletişimini “tevhid” (eşi benzeri olmayan tek Tanrı inancı) eksenine yerleştirir. Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Peygamber’in şahsında bütün muhataplarına ilk emri “Oku!” olmuştur (Alak 96/1). Bu emir, yazılı veya ezberlenmiş bir metni okumanın çok ötesinde, kâinatı okumaya ve anlamaya çağrıdır. İnsanoğlu Kur’ân-ı Kerim’de, kâinatı vasıfsız bir nesneler yığını olarak görmek yerine ilâhî anlam kodlarıyla örülü muhteşem bir bütün olarak okumaya davet edilmiştir. Allah, insanı doğal bir çevre içinde, çevreyle etkileşim hâlinde ve çevreye muhtaç yaratmış, bunun tesadüfi bir durum olmadığını açıklamıştır: “Biz yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (Enbiyâ 21/16) İnsanın çevre ile etkileşimi ömür boyu sürerken Allah da her an aktif biçimde tabiatla etkileşim hâlindedir. Allah’ın güzel isimlerinden birisi de “el-Muhît” yani “insanın ve kâinatın her anını her yönüyle çepeçevre kuşatan”dır (Fussilet, 41/54). Yüce Yaratıcı, kâinatın kontrolünü elinde tutmakta ve dinamik bir süreci idare etmektedir (Rahmân 55/29).
Kâinat, uçsuz bucaksız gökyüzünü süsleyen yıldız ve gezegenlerden yeryüzündeki en küçük canlılara uzanan varlık zinciriyle hayranlık uyandıran, aklın sınırlarını zorlayan ve insanı anlamakta aciz bırakan bir sisteme sahiptir. Bu sistemin denge ve döngüsü, Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan eşsiz bir delil olarak Kur’ân’da sayısız defa anlatılır. Kâinattaki düzenin Allah’ın iradesi ve hikmetiyle yaratıldığına, O’nun kanunları ve rahmetiyle ayakta kaldığına dikkat çekilir: (Bakara 2/164). Eğer kâinatta var olan akış bozulur, dengeler alt üst olursa Allah’tan başka hiçbir kudretin bunu geri getiremeyeceği vurgulanır (Fâtır 35/41). Dolayısıyla İslâm’ın çevre öğretisi, yarattıktan sonra bir kenara çekilerek kâinatı kendi hâline bırakan Tanrı anlayışıyla uyuşmaz.
İslâm düşüncesine göre, tıpkı Kur’ân’ın ayetleri gibi tabiatın ayetleri de birer delil niteliğinde olup akıl sahiplerini imana davet eder. Çevresine ibret nazarıyla bakan insan için tabiattaki her varlık ve olay, Allah’a imanı gerektirir. Çevrenin temel öğeleri, imanın yanı sıra ibadet hayatıyla da ilgilidir. Su ve toprağın namazla, gıdaların oruçla, yörüngenin tavafla, çevre dokunulmazlığının hac ve umredeki ihram yasaklarıyla, toprak mahsullerinin ve hayvan sürülerinin zekâtla bağlantısı burada hatırlanabilir.
Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’in hadislerine bakıldığında, insanın çevre ile ilişkisinde nimet-sınav denklemi göze çarpar. Çevresinde var olan sayısız nimetle dünya hayatını sürdüren insan, aslında Allah tarafından bu ikramlarla sınanmaktadır (Hûd 11/7; Kehf 18/7). Dolayısıyla çevre, dünya imtihanında insanın en esaslı sorularından birisidir. Bu soruyu doğru cevaplamanın yolu, çevreyle ilişkide bencillik ve nankörlük etmeden, kibirli ve tamahkâr davranmadan, iyiliğe ve adalete dayalı bir tavır benimsemektir. “Öyleyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?” (Rahmân 55/13, 16, 18, 21) sorusuna Kur’ân’da defalarca muhatap olan insan, çevresine karşı saygılı, şefkatli ve hakkaniyetli olmakla yükümlüdür. “Göklerde ve yerde ne varsa Allah katından birer nimet olarak insanın hizmetine sunulmuş” (Câsiye 45/13) olsa da bu durum, insanı yeryüzünün hâkimi yapmaz. Ona, sınırsız ve sorumsuz bir şekilde çevresini tüketme, kendi menfaati için diğer canlıların ve gelecek nesillerin hayatını tehlikeye etme hakkı tanımaz. Çünkü yerlerin ve göklerin mülkü Allah’a aittir; insan ise kuldur, emanetçidir. “Yeryüzünün şerefli halifesi” yani akıl, irade ve sorumluluk sahibi varlığı olduğu için çevresindeki varlıklar insana “emanet” edilmiştir (İsrâ 17/70; Ahzâb 33/72). Emanetin yegâne sahibi olan Allah, çevreye dair her türlü uygulamasından dolayı insana ahirette hesap soracaktır. O’nun insanoğlundan beklentisi ise gayet açıktır: “Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” (A’râf 7/56)
Çevreye karşı duyarlı, zarif ve bilinçli olma konusunda model insan, Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Bir dağa bile muhabbet nazarıyla bakabilen, “Uhud bizi sever, biz de onu severiz.” (Buhârî, “Cihad”, 71) diyen Hz. Peygamber’in hayatı, tam anlamıyla varlığa duyulan saygıyı yansıtır. Hz. Peygamber, ağaç dikmenin önemini ve sevabını anlatmış, Medine’yi sit alanı ilan ederek harem bölgesinde ağaçların kesilmesini engellemiştir. Hayvanlara zarar verilmesini ve eziyet edilmesini yasaklamış, sebepsiz yere öldürülen bir serçenin bile kıyamet günü Allah’a hâlini arz ederek davacı olacağını söylemiştir (Nesâî, “Dahâyâ”, 42). Sözleri ve tavırlarıyla hayvanların barınma, beslenme, hastalıklardan korunma gibi haklarına karşı duyarlı olmayı öğreten Hz. Peygamber, sevgiyle yaklaştığı hatta söyleştiği hayvanların yaralarını tedavi etmiş, onların eğlence amacıyla dövüştürülmesini, hedef tahtası olarak kullanılmasını ve ağır yükler altında ezilmesini yasaklamıştır. Onu örnek alan bir mümin, tabiatı boyunduruk altına almayı ya da sömürmeyi değil, onun değerlerine ve ritimlerine ayak uydurmayı hedefleyen, güzel ahlâklı insandır.
Huriye Martı