Türk eğitim ve düşünce tarihinde modern bilim ve eğitim anlayışının biçimlendiği 19. yüzyılda ortaya çıkan ve hem eğitim anlayışının merkezinde hem de eğitim mekânında modern yüksek eğitim tasavvuru, yöntem ve içerikleri yer alan ve modern fen bilimlerini önceleyerek diğer alanlarda da yüksek eğitim veren ilk modern Türk üniversitesidir. “Fenlerin yurdu” anlamında olan Dârülfünun kelimesi, içerik olarak da yöntem olarak da döneminde din bilimlerinin merkezi kabul edildiği medresenin dışında ve bir ölçüde karşısında olan, modern ve farklı bir zihniyeti yansıtır.
Bilimsel devrimin yaşandığı Avrupa’da 17. yüzyılda devlet yapısı, meslekî ihtiyaçlar ve bilim alanında yaşanan gelişmelerle birlikte daha akılcı ve seküler bir anlayış ortaya çıkmış, bu anlamda önemli değişimler meydana gelmiştir. Dinî dünya görüşünün etkisinin artık zayıflamaya, seküler yeni dünya görüşünün siyaset ve hukuktan eğitime varıncaya kadar pek çok alanı etkisi altına almaya başladığı 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, meslekî eğitime yönelik olan teknik okullar skolastik üniversitelere karşı ciddi bir yükselişe geçmiştir. Öte yandan farklı alanlarda uzmanlaşan akademi ve kolej sistemine karşı Wilhelm von Humboldt’un (ö. 1835) 19. yüzyılın başında önemli sıkıntılar yaşayan Almanya’da bütün bilimleri aynı çatı altında birleştirme çabası içine girerek eğitimin yanında araştırma da yapılmasını öngördüğü modern üniversite fikri (1810), bu kurumun bilimsel kimliğini güçlendirmiş ve daha sonra dünyadaki yüksek eğitimin şekillenme sürecini temelden etkilemiştir.
Osmanlılar’da Batı örnekleri gibi modern anlamda üniversite oluşturma fikri Tanzimat sonrası gelişmelerle yakından ilgili görünmektedir. İlk modern Türk üniversitesi olarak kabul edilen Dârülfünun’un, açılma hazırlıkları 21 Temmuz 1846’da başlamıştır. Bu yeni üniversitenin temel amacı, hem bütün bilimleri ve fenleri aynı çatı altında öğretmek hem de devlet dairelerinde çalışmak isteyenlere gerekli donanım ve becerileri sağlamaktı. Aynı yıl, İsviçreli mimar Fossati (ö. 1883) Dârülfünun binasının inşası için görevlendirildi. Ayasofya civarında, Marmara denizini gören büyük bir arsa üzerinde, üç katlı, 100’ün üzerinde çeşitli derslik ve konferans salonları olan gösterişli bir mimariye sahip bina 1865’te tamamlanabildi. Halkın katılımına da açık olarak yer çekimi kanunları üzerine verilen ilk dersle öğrenime başlandı. Ne var ki bu ilk modern üniversite, sadece kendisi için kurulan bu büyük “ev”inde kalıcı olamadı, bu göz alıcı binaya dönemin Maliye Nezâreti yerleşti. Çemberlitaş civarında – bugün Basın Müzesi olarak kullanılan– çok daha küçük bir binaya taşınan Dârülfünun, 1869’da daha düzenli ve sistematik yükseköğretim programına kavuştuysa da kısa bir zaman sonra, 1873’te kapandı.
Osmanlılar’da eğitimsel, bilimsel ve kültürel çağdaşlaşma sürecinin merkezinde yer alarak bu süreci etkileyen Dârülfünun, açıldığı ilk yıllarda çeşitli idari ve malî zorluklarla karşı karşıya kaldı. 1869’da çıkarılan Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi’yle ilk defa Avrupa’daki yüksek eğitim yapısına uygun modern bir eğitim modeli benimsendi ve üç ayrı fakülte (şube) açıldı: Felsefe ve Edebiyat, Doğa Bilimleri ve Matematik, Hukuk. Bazen açılıp kapanarak, bazen yer ve kurum değiştirerek varlığını devam ettirmeye çalışan bu modern üniversite, sırasıyla Dârülfünûn-i Osmanî (1869), Dârülfünûn-i Sultânî (1875) ve Dârülfünûn-i Şâhâne (1900) isimleriyle anıldı. Bu süreç zarfında fakültelerde ve bölümlerde bazı değişiklikler olduysa da ana yapısını sürdürdü. II. Meşrutiyet’ten sonra, önceki dönemlere göre daha sistemli, esnek ve özgür bir ortama kavuşan Dârülfünun’da fakülte sayısı arttı ve çeşitli araştırma enstitüleri (Dârülmesâî) açıldı. 12 Eylül 1914’te sadece kız öğrenciler için Edebiyat, Matematik ve Doğa Bilimleri fakültelerinden oluşan ilk modern bir Türk Kadın Üniversitesi (İnâs Dârülfünûnu) oluşturuldu. Bu kurum 1920’de kapatılsa da 1921’den itibaren çeşitli fakültelerde karma eğitime geçilmesi ile kız öğrencilerin yüksek eğitimden yararlanma imkânı devam etti.
Cumhuriyet kuruluşunun ardından 1 Nisan 1924’te, Meclis tarafından çıkarılan kanunla Dârülfünun’a hükmî şahsiyet tanınarak bilimsel, yönetimsel ve finansal açıdan özerklik verildi. Bu kanun, Dârülfünûn’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürüldüğü 1933 yılına kadar yürürlükte kaldı. 1929’dan itibaren ülkedeki yüksek eğitimin, özellikle de Dârülfünûn’un yeniden düzenlenmesi ve geliştirilmesi için çalışmalar başlatıldı. Bu çerçevede İsviçreli profesör Albert Malche (ö. 1956) 1930’da İstanbul’a davet edilerek kendisinden üniversite reformuyla ilgili bir rapor hazırlaması istendi. 1932’de sunduğu raporda teorik ders programlarında fazla değişikliğe gerek görmeyen Malche, daha çok uygulamaya dönük önerilerde bulunmuştu. Sonuç olarak 5 Mayıs 1933’teki toplantıyla Hükûmet Dârülfünûn’u kapatarak yerine yeni bir düzen ve anlayışla İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasına karar verdi, böylece üniversite kavramı bu tarihten itibaren Türkçeye girmiş oldu. Dârülfünun kadrosundan 61 öğretim elemanı yeni üniversitede görev alırken 82 öğretim elemanı tasfiye, günümüz tabiriyle ihraç edilmiştir. Bunlar arasında Ahmed Refik (Altınay) (ö. 1937), Ahmet Ağaoğlu (ö. 1939), İsmail Hakkı Baltacıoğlu (ö. 1978) gibi dönemin bazı önemli bilim insanları da yer almıştır.
Seyfi Kenan