DİVAN EDEBİYATI

Abdulkadir GÜRER views2558

Türk edebiyatının “İslâmiyet öncesi”, “İslâmî dönem” ve “Batı etkisinde” biçiminde tasnif edilerek ayrıldığı üç ana dönemden 13. yüzyıl sonlarında Anadolu’da doğan ve 20. yüzyıl başlarına kadar bütün Osmanlı coğrafyasında varlığını sürdüren “İslâmî dönem Türk edebiyatı”nın Batı Türkçesiyle meydana getirilen kolu için 20. yüzyıl başlarından itibaren yaygın olarak kullanılmış tabirlerden biridir.

Türk edebiyatının yazılı metinleri, yaklaşık on iki yüzyıllık bir zaman diliminde meydana getirilmiş edebî ürünlerdir. Türk tarihinde bu on iki yüzyıllık dönem içinde iki önemli dönüm noktası vardır: Biri Türklerin 10. yüzyıldan başlayarak İslâm dinini kabul etmeleri, diğeri 14. yüzyılın ortalarından itibaren Batı uygarlığının etkisi altına girmeleridir. Türk tarihindeki bu iki dönüm noktası dikkate alınarak Türk edebiyatı da bazı edebiyat tarihçileri tarafından “İslâmiyet Öncesi Türk Edebiyatı”, “İslâmî Dönem Türk Edebiyatı” ve “Batı Etkisindeki Türk Edebiyatı” olmak üzere üç ana döneme ayrılmıştır. İslâmiyet öncesi Türk edebiyatının günümüze kadar ulaşan yazılı ürünleri 7-9. yüzyıllara ait Köktürkçe ve Uygurca metinlerdir. İslâmî dönem Türk edebiyatı ise İslâmî dönem İran edebiyatının etkisinde doğmuş, gelişmiş ve kendi iç tekâmülünü tamamlayarak örnek aldığı edebiyatın büyük şairleriyle boy ölçüşebilecek güçte değerli sanatkârlar yetiştirmiş ve varlığını yüzyıllar boyunca devam ettirmiştir. Bu dönem Türk edebiyatını meydana getirildikleri coğrafî bölgeler ve edebî diller göz önünde bulundurularak “İslâmî dönem Doğu Türk edebiyatı” ve “İslâmî dönem Batı Türk edebiyatı” olmak üzere iki ana kol hâlinde değerlendirmek mümkündür. “İslâmî dönem Doğu Türk edebiyatı”; “İslâmî dönem Türk edebiyatı”nın “Karahanlı”, “Harezm-Altınorda” ve “Çağatay” olmak üzere biri diğerinin devamı olan üç edebî dille meydana getirilmiş bir koludur. “İslâmî dönem Batı Türk edebiyatı” ise 13. yüzyıl sonlarında Anadolu’da Oğuzların konuşma dilinden doğmuş bir yazı diliyle meydana getirilmiştir. “Batı Türkçesi”, “Batı Oğuzcası” ve “Türkiye Türkçesi” gibi adlar verilen bu yazı dilinin 13. yüzyıl sonlarından İstanbul’un fethine kadarki zaman dilimini içine alan ilk dönemine “Eski Osmanlıca”, “Eski Türkiye Türkçesi” ve “Eski Anadolu Türkçesi”; İstanbul’un fethinden 19. yüzyıl sonlarına kadar olan oldukça uzun bir süreyi kapsayan ikinci dönemine de “Osmanlıca” ya da “Osmanlı Türkçesi” gibi adlar verilmiş, bu dil üzerine inşa edilen edebiyat Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde varlığını 19. yüzyıl ortalarına hatta zayıflayarak 20. yüzyıl başlarına kadar sürdürmüştür. “İslâmî dönem Batı Türk edebiyatı”, 19. yüzyıl başlarından itibaren artık her yönüyle eski şairleri taklit eden müteşairler dışında büyük sanatkâr yetiştiremez olmuş, sürekli kendini tekrara düşmek suretiyle artık tükenmeye yüz tutmuş, bu yüzyılın ortalarından itibaren de yerini yeni bir edebî anlayışa bırakmaya başlamıştır. Batı, özellikle de Fransız edebiyatı etkisinde doğup gelişmeye başlayan bu dönem Türk edebiyatı, “edebiyyât-ı cedide” (yeni edebiyat) olarak adlandırılmış, bu adlandırmanın doğal sonucu olarak “İslâmî dönem Batı Türk edebiyatı”na da “edebiyyât-ı kadîme” (eski edebiyat) adı verilmiş, bu adlandırma günümüze “eski Türk edebiyatı” olarak yansımıştır. Biçim ve içerik özelliklerinden sözcük seçimi ve dil kullanımına kadar karakteristik bir yapı ortaya koyan bu dönem edebiyatı için 20. yüzyılın başlarından itibaren “edebiyyât-ı kadîme”, “edebiyyât-ı tasnîfiyye”, “saray edebiyatı”, “enderun edebiyatı”, “medrese edebiyatı”, “(i)skolastik edebiyat”, “ümmet edebiyatı”, “ümmet çağı edebiyatı”, “havas edebiyatı”, “yüksek zümre edebiyatı”, “Osmanlı edebiyatı”, “eski divan edebiyatı”, “divan edebiyatı”, “eski edebiyat”, “eski Türk edebiyatı”, “klasik edebiyat”, “klasik Türk edebiyatı” gibi çeşitli ad önerilerinin gündeme geldiği, bunun da zaman zaman bir tür “kavram/terim” kargaşasına yol açtığı, terim birliği ihtiyacının günümüzde bile tam anlamıyla karşılanamadığı görülmektedir. Bununla birlikte, “Klasik Türk Edebiyatı” kavramının son dönemde daha yaygınlık kazandığı görülmektedir.

Türk edebiyatının Batı (özellikle Fransız) edebiyatı etkisinde yeni bir döneme girdiği 19. yüzyıl ortalarından itibaren baş gösteren bu adlandırma ihtiyacı, sürecin aynı zamanda devlet yönetiminde de köklü bir paradigma değişimine rastlamasıyla kimi zaman bilimsel dayanaklardan mahrum, metodolojik tartışmalardan uzak, sırf duygusal tepkiye ve hatta fanatizme dayalı, genellikle günlük politikanın güdümündeki tutum alışları yansıtmaya yönelik sınırlar içinde şekillenmiştir. Özellikle “saray edebiyatı”, “enderun edebiyatı”, “medrese edebiyatı”, “ümmet edebiyatı”, “ümmet çağı edebiyatı”, “havas edebiyatı,” ya da “yüksek zümre edebiyatı” gibi adlandırmalar bu kabildendir. Bunlar, hem edebiyat sanatının nitelik ve işlevini hem de birlikte kullanıldığı sözcüklerin gönderge alanlarıyla ilişkisinin mahiyetini göz ardı etmekle kurulabilecek tamlamalardır. Böylesi bir ihlalin de ya bilinçli bir çarpıtma gayretine ya da bilgi ve birikim yokluğuna dayandığı açıktır. Bir edebî anlayışı ancak belirli bir estetik beğeni düzeyine hitap ettiği gerekçesiyle suçlayıcı hatta aşağılayıcı tarzda adlandırma gayreti sanatın doğasını, diğer insan etkinliklerinden farklılaştığı vasıfları, daha da derinlerde onun varlık sebebini ortadan kaldırmaya eşdeğer bir yaklaşım doğurur. Kuşkusuz bu yaklaşım, yalnızca geçmişe yönelik tutarsız değerlendirmeleri değil, edebiyatın yenileşme ve gelişme evrelerini takip etmeyi mümkün kılan teorik kavrayış ve eleştirel dikkatleri ıskalamayı da beraberinde getirecektir. Her yetkin sanat eserinin muhatabından zihinsel bir hazırlık ve estetik seçicilik beklediği, bunun da belirli/sınırlı bir alımlayıcı kitlesine seslenmek anlamına geldiği, inkârı mümkün olmayan bir hakikattir. İşaret ettiği kavramla ilgili herhangi bir terminolojik belirleyiciliği olmayan, kastı malum, kapsamı muğlak “ümmet edebiyatı” gibi adlandırmalarda da doğru bir taraf bulmak mümkün değildir.

Yukarıda sıralanan adlandırmalar arasında “divan edebiyatı” teriminin tercih ve kullanım yaygınlığı bakımından görece bir üstünlüğü olduğu söylenebilir. Terimin yerleşmesinde Ali Canip’in 1924’te yazdığı ve uzun yıllar resmî olarak okutulan Edebiyat adlı ders kitabının da önemli bir etkisi olmuştur. Kitabında “Eski Divan Edebiyatı” başlığıyla bir bölüm açan Ali Canip (ö. 1967), “Divan hâlinde teşekkül eden, ancak saraylarda, zümrevî divanlarda kabule mazhar olan bizim eski edebiyatımıza verilecek olan en doğru ad”ın “divan edebiyatı” olduğunu belirtir. Onunla birlikte Genç Kalemler dergisini çıkarmış ve Millî Edebiyat hareketinin öncüleri arasında yer almış olan Ömer Seyfettin, yer yer farklı adlara da yönelmekle birlikte aslında daha önce, 1915’ten itibaren “divan edebiyatı” ve “divan şairi” terimlerini kullanmaya başlamış ancak bunların yerleşme ve yaygınlaşmasında yeterince etkili olamamıştır.

“Divan edebiyatı” adlandırmasının kaynağı ve doğruluğu da zaman zaman tartışmalara konu olmuştur. Bu bağlamda “divan” sözcüğünün, yüksek rütbeli bürokrat ve devlet adamlarının oluşturduğu büyük meclis anlamında mı yoksa önceden belirlenmiş biçimsel bir düzen ve sıraya göre bir şairin şiirlerini içeren kitap/ mecmua anlamına gönderme yapılarak mı kullanıldığı tartışmalarda belirleyici olmuştur. Ömer Faruk Akün (ö. 2016), “Divan edebiyatı tabiriyle, Osmanlı saray ve konaklarında teşekkül eden, divan dedikleri ekâbir meclislerine mahsus bir zümre edebiyatı kastedilmiş olduğu zamanla gözden kaçarak şairlerin, şiirlerini bir araya topladıkları eserlere divan dendiği ve netice itibarıyla onun divan adı verilen şiir mecmualarından meydana gelen bir edebiyat olduğu yolunda bir yorum üretilmiş, ismin bu sebeple konulmuş olduğu sanılmıştır.” düşüncesini ileri sürmektedir. Terim, başlangıçta Akün’ün vurguladığı nedenle düşünülmüş olsa bile zamanla “tedvin edilmiş edebiyat” anlamı öne çıkmış ve zihinlere bu şekilde yerleşmiştir. Aslında eski İran’da “vezâret-hâne”, “devlet idâresi”, “yöneticiler meclisi” ve mutlak “devlet” anlamında kullanılan, daha sonra anlam genişlemesine uğrayarak toplumun ileri gelenlerinin bir araya geldiği “ekâbir meclisi” anlamını da kazanan “divan” sözcüğünün “defter-i dîvân” ya da “defterü’d-dîvân” (divan defteri) gibi bir yapıdan eksiltmeyle (m. mürsel, synecdot) anlam genişlemesine uğrayarak “defter” anlamı kazandığı, sözcüğün bu ikinci anlamının sonradan daralmaya uğrayarak sadece Doğu edebiyatlarında şairlerin şiirlerini klasik bir düzen içerisinde topladıkları defter ya da mecmua anlamı ile sınırlandığı göz önüne alınırsa sözcüğün bu adlandırmadaki mantığı kavramada her iki hareket noktasına da imkân veren bir tarihsel anlam zeminine sahip olduğu görülür. Bu zemin onun klasik bir düzene sahip şiir defteri/mecmuasına yaptığı gönderme alanının zamanla genişleyerek bugün kullandığımız “kitap” sözcüğünü de kastedebilecek bir esnekliğe kavuşmasını anlamamızda da fikir vericidir. “Divan edebiyatı” adlandırmasına “divan”lardan hareketle gidildiği, “divan”ların dışında kalan mesnevileri ve düzyazı metinleri içermediği, bu sebeple söz konusu edebi dönemi adlandırmada tam ve doğru bir terim olamayacağı yönündeki eleştiriler haklıdır. Ancak bu adlandırmanın önemli bir terim boşluğunu doldurduğu ve buna bağlı olarak kazandığı anlam genişlemesi ile tarihsel bir edebi dönemi bütünüyle ifade eder hâle geldiği de gözden uzak tutulmamalıdır.

Abdulkadir Gürer

Kaynakça

Akün, Ömer Faruk. “Divan Edebiyatı.” İslâm Ansiklopedisi 9 içinde. İstanbul: TDV Yayınları, 1994. 389.

Muin, Muhammed. Ferheng-i Farsî II. Tahran: Çaphane-i Sipihr, 1992.

Seyfettin, Ömer. “Edebiyatta Artta Kalış (Survivance).” Turan 1398 (18 Eylül 1331);

Seyfettin, Ömer. “İskolastik Lisanımızın İflası II.” Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti Mecmuası 6 (Şubat 1335).

[Yöntem], Ali Canip. Edebiyat. İstanbul: Matbaa-i Amire, 1340/1924.

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi