Düşünce, duygu ve hayallerin söz ile güzellik etkisi oluşturmak üzere anlatılması sanatıdır. Edebiyat kelimesi, Arapçadaki “edeb” kelimesinden türetilmiş ve Türkçede 19. Yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Daha önceki dönemlerde bu kelime ve karşıladığı kavram yerine “edeb”, “ilm-i edeb” yahut Klasik Türk Edebiyatının ağırlıklı olarak şiir türü üzerinden gerçekleşmesi dolayısıyla “şiir” veyahut “şiir ve inşâ” kelime ve tamlamaları kullanılmaktaydı. Bu yapısı ile kelime, Tanzimat sonrası modernleşme sürecinde Batı bilim ve sanat alanlarından Türkçeye gelen ve çoğu Fransızca olan kavramları karşılamak için yapılmış “-iyyât” ile biten kavram ve terimlerle aynı yapıdadır ve Fransızca’daki “belles-lettres” veya “littérature” kavramlarına karşılık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Hızla yaygınlaşmaya başlayan bu kullanım doğrultusunda kavramın karşıladığı alanlarda bir genişleme ve katmanlaşma kendisini gösterir. Buna göre “edebiyat” kavramı şu alan ve olgulara karşılık gelen anlamları içkindir: Yazılı veya sözlü olarak dile getirilen “güzel” metinler; yazılı ve sözlü olarak “güzel” metinler ortaya koyma eylemi ve çabası; bir coğrafyada, bir toplumda veya bir dönemde meydana getirilen edebî metinlerin toplamı ve bunları ortaya koyma süreçleri (Türk edebiyatı, Arap edebiyatı, Avrupa edebiyatı, Orta Çağ edebiyatı, Latin Amerika edebiyatı, Cumhuriyet dönemi edebiyatı…); bir algı, yorum, tema, felsefe veya estetik anlayış doğrultusunda oluşturulmuş olan edebî metinlerin bütünü ve bu bütünü ortaya koyan kuram veya ilkeler toplamı (Sembolist edebiyat, Sürrealist edebiyat, klasik edebiyat, gotik edebiyat vb.)…
Kavramın özünü teşkil eden, metni esas alan bir açı ile en geniş kapsamında edebiyatı düşünce, duygu ve hayallerimizin bir estetik etki ve zevk oluşturacak biçimde söz ile anlatılması diye tanımlamak mümkündür. Edebiyatın bu etkisi hayranlık, heyecan, gıpta, takdir, taklit vb. şekillerde tezahür eder.
Bu tanım çerçevesinde değerlendirirsek edebiyat insanlık tarihinin en eski (kadîm) sanatlarından birisidir. Ayrıca “dil”i ve “konuşma”yı insan olmanın ilk ve en anlamlı kazanımlarından birisi olarak gören dînî inanç veya felsefî düşüncelerle baktığımızda ise insanın ontolojik varlığına bitişik bir faaliyettir. Malzemesinin dil olması, bir mekâna veya somut bir âlete ihtiyaç duymaması ise ona oluşturulabilme ve yayılabilme açılarından büyük bir imkân sağlar. Dilin doğrudan doğruya veya sembollerle, ima ve ihsaslarla, yorumlarla, çeşitli söz sanatlarıyla ifade edebildiği fizik veya metafizik zeminler, şuur veya şuuraltı katmanları, edebiyatın imkân ve ifade sınırlarındadır. İnsan zihninin, duygularının ve muhayyilesinin kanatlanabildiği bütün insânî ufuklar onun ilgi ve ifade çerçevesi içine girer. Bu bakımdan edebiyatın sınırları, insanın ve insan hayatının sınırlarıdır. Bu özellikleri, edebiyatı insanın ve varlığın estetik anlatımında en müsait sanat mertebesine yükseltir.
Bu teşekkül ve yayılma imkân ve yollarına göre edebiyat, sözlü (şifâhî) ve yazılı (kitâbî) olarak iki ayrı kategoriye de ayrılagelmiştir. Sözlü edebiyatlar, insanlık tarihinin yazının icadı öncesi devirlerine kadar sarkar. Masallar, destanlar, müzik eşliğinde icra edilen her türden edebî metinler bu canlı edebiyat kümesinin varlığını oluşturur. İnsanoğlunun yazılı kültüre geçişi ve entelektüel idrakinin artması süreçleriyle birlikte yazılı edebiyatlar daha fazla ağırlık kazanmış ve temsil görevi üstlenmiştir.
Gerek sözlü gerekse yazılı edebiyatta dil, birtakım tasarruflarla var olur. Edebiyatın dili, günlük hayatın tek boyutlu, yalın ve düz anlatımlı, pratik hedefleri önceleyen dili değildir. Bu dil, edebiyatçının çoğu kez mecaz, sembol, soyutlama, teşbih, ima, mübalağa vb. yollarla tasarrufta bulunduğu, ifade ve duyumsatma kapasitesini arttırdığı, işlenmiş ve estetize edilmiş bir dildir. Bu yüzden edebî eserin dili, sözlük sınırlarının dışına daima taşar.
Edebiyat, teması, yapısı ve muhtevası ile bir bütünlük arzeden “metin”ler olarak teşekkül eder. Günümüzde Postmodern edebiyat anlayışı bu “metin” kabulünü ve oluşumunu reddetse bile, bugün hâlâ “metin” edebiyat faaliyetinin ana zemini olma vasfını muhafaza etmektedir. Edebî metinler ise dil, muhteva, biçim ve teknik yapı özellikleri ile birbirinden ayrılan “edebî tür”ler olarak vücut bulmaktadır. Bugünün kimi denemelerinde bilinen herhangi bir edebî tür kategorisine dâhil edilemeyecek, edebî tür dışı “yazınsal metin”ler oluşturulma çabaları ve uygulamalarına muhatap olunsa dahi, edebî tür, edebiyat faaliyetinin omurgasıdır, somutlaşma platformudur. Edebî türler, bugün çok karmaşık ve zengin bir çeşitlilik göstermektedir.
Bu bağlamda edebî türlere yaklaşım tarzları ve kabulleri, en başta türün tanımından ve konumlandırılışından başlanarak edebiyat tarihi ve teorileri konularında çalışanların ana meselelerinden birisini teşkil etmiştir. Kimi yaklaşımlar, edebî türü yalnızca bir “yazma biçimi” olarak ele alıp masum bir âlet mesabesine indirgerken kimilerince de edebiyatta türler birer “görme” ve varlığı anlamlandırma tarzı ve penceresi diye önemsenmiştir. Bu kabul çerçevesinde, her edebiyatın ürettiği veya tercih ettiği edebî tür, o edebiyatın içinde teşekkül ettiği hayat tarzı, kültürel birikim ve en geniş kümesiyle medeniyet refleksleriyle bir bütünlük arz eder. Edebî türler, edebiyatın, dolayısıyla edebî eserin anlattığı hayat kodlarının taşıyıcılarıdır.
19. yüzyılın Hegel estetiği güzel sanatları üç ana kategoride ele alır: plastik, fonetik ve söz sanatları. Edebiyat bu tasnifin üçüncü kategorisini teşkil eder. Edebiyat metinleri, kullandıkları dilin vezinli ve kafiyeli olup olmamalarına (nazım-nesir), estetik ve entelektüel düzeylerine ve hedefledikleri muhataplarına (avam-havâs, popüler, trivial vs.), muhtevalarını inşa eden bakış açılarına (ideolojik, angaje, militan, yeraltı vs.), kullandıkları dil, üslûp ve temalarına (lirik, epik, didaktik, gotik, pastoral, ütopik vs.) göre de çeşitli tasniflere tabi tutulmuşlardır. Yanı sıra olay çevresinde gelişme (göstermeye veya anlatmaya dayalı olma, kurgusallık veya dramatizasyon), coşku ve heyecanı aktarma (şiir) gibi esaslar çerçevesinde de edebiyat metinleri tasnif edilmeye çalışılmıştır. Bu son tasnif kategorisinde göstermeye dayalı olma (dramatizasyon) özelliği tiyatro eserlerini, anlatmaya dayalı veya kurgusal olma ise roman ve hikâye türlerine işaret eder.
Bu tasnifler içinde nazım ve nesir ayrımı çağlar boyunca edebiyatların mahiyetini belirleyici en başat, kolay ve kaba ölçüt olmuştur. Bu tasnifteki manzum olma özelliği bizi milletlerin en eski devirlerindeki destanlara kadar götürür. Klasik edebiyatların birçoğunda edebiyat, nazım üzerinden yürümüştür. Nazım ise şiir olarak anlaşılmıştır. Çin, Hind, Eski Arap, Fars, Antik Yunan, Latin ve nihayet Osmanlı Türk edebiyatları buna örnektir. Bunun içindir ki İslâm medeniyeti’nde edebiyat çoğu kez yalnızca “şi’r” kelimesi ile karşılanmış, edebiyat bilgi ve teorisi ise “fenn-i şi’r” diye adlandırılmıştır.
Ancak modern edebiyatlarda bu nazım-nesir ayrımı zamanla önemini yitirmeye başlamış, hele şiirde manzum olma vasfı iyiden iyiye aşılmıştır. Ayrıca modern edebiyatın geçirdiği süreçler içinde anı, gezi, biyografi fıkra, mektup metinleri birer edebî tür olarak gelişmişler, deneme, kısa hikâye, küçürek hikâye ve anlatı yeni edebî türler olarak kendilerini kabul ettirmiştir.
Edebiyatın kendisi bir sanat faaliyetidir. Ancak bütün insânî fiiller gibi edebiyat da bilimsel ilgi ve çalışmaların konusu olmuştur. Batı’da 19. yüzyıldan yakın zamanlara kadar bu çalışmalar daha çok edebiyat tarihi şeklinde kabul görmüş ve gerçekleşmiştir. Türk edebiyatının modernleşme akışı içinde de edebiyat tarihi çalışmaları, edebiyatın ana ve hatta tek bilimsel çalışma ve incelenme tarzı diye anlaşılmış ve bu anlayışla çeşitli edebiyat tarihi çalışmaları meydana getirilmiştir. Bilhassa Cumhuriyet döneminde bu edebiyat tarihi çalışmaları ve yazımları ulus devletleşme çabalarının kültürel cephesinde oldukça önemsenmiştir. Ancak günümüzde bu perspektif aşılmış ve adına “edebiyat bilimi” denilen bir niteleme ile edebiyat faaliyetleri çeşitli alt bilim disiplinlerinin ilgi ve çalışma zemini olarak önemsenmeye başlanmıştır. Edebiyat bilimi, bir sanat alanı olan edebiyatın tarihi, sosyolojik etki ve tezahürleri, edebiyat teorisi ve edebî eleştiri gibi alt alanların toplamından müteşekkil bir bilim alanıdır.
Edebiyat teorisi ve eleştirisi, eser-yazar, eser-okur, eser-toplum ilişkilerini de edebiyatın temel meseleleri olarak öne çıkarmış, buna paralel olarak edebiyatçının bir entelektüel olarak zihnî ve fikrî donanımı, estetik kabulleri hatta hissî veya ideolojik angajmanları, bir sanat akımına yahut siyasal ideolojiye aidiyeti, ayrıca eserin taşıdığı duygusal veya fikrî mesajın ve çabanın mahiyeti, edebiyat bilimini disiplinler arası bir alan olarak anlamamızı zorunlu kılmıştır.
M. Fatih Andı