Ekonomik kalkınma, ülke ekonomisinin iktisadî büyüme temelli olarak sosyal, siyasal ve ekonomik boyutu içeren, refah düzeyi itibarıyla insan-toplum onuruna yaraşır şekilde gelişmesi olarak tanımlanabilir. Toplumsal sistemin gelişimini üretim-bölüşüm-tüketim göstergelerinde dikkate alan bu tanım, ülkelerin toplumsal sisteminin gelişimini ifade etmenin yanında onları çeşitli alt kategoriler de dâhil olarak birbiri ile karşılaştırmak amacıyla da kullanılmaktadır.
Bir ülkenin ekonomik olarak nereden nereye geldiği konusu genel olarak; Gayrisafi millî hasıla/yurtiçi hasıla (GSYH), kişi başına düşen gelir, satın alma gücü paritesi gibi değerler ile ölçülmektedir. Söz konusu kriterlerin, her ülkenin kendisine özgü özel şartlarının varlığı sebebiyle karşılaştırmalarda yetersiz kaldığı yönünde tespitler olsa da, bir ülkenin kendi içindeki gelişiminin izlenebilmesi açısından bile önemli bir işlev gördüğü belirtilebilir.
Tanım, tarihsel süreçte başta Avrupa ekonomilerinin 16. yüzyılda İspanya için varlık / altın-gümüş elde etme, İngiltere ve Fransa için ise ihracat-ithalat dengesinde ülke lehine artı oluşturma hedefi tanımlı uygulamaların tarihî süreçte yaşadığı değişimin ulaştığı bir aşama olarak görülmelidir. Bu yönü ile tanımın Merkantilizmin ilk evresinde zenginliği, sonraki aşamada üretime ve iktisadî büyümeye dayalı ölçümü ifade etmesi, 20. yüzyıl son döneminde ekonomik değerin toplumsal sonuçlarının ele alınması ve en nihayetinde toplumsal bütünleşme, adalet ve sosyal içermeyi/dışlamayı içine alacak bir anlama kavuşarak hem teori hem reel politikalarda her dönem yeni alanlar elde etmesi, konjonktürel olarak yaşanan iniş-çıkışlara rağmen, güncelliği ve önemini göstermesi açısından dikkati çeken bir durumdur.
Tarihî süreç itibarıyla İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan, üretim ve istihdam yapısını sanayi üretimi ve bir ölçüde de hizmet sektörünün öne çıktığı bir yapıya dönüştürme hedefi, 1960’lı yıllarda kurumsal merkeziyetçi yaklaşımların, 1980’li yıllarda ise piyasa aktörlerinin rolünü yücelten teorik kabule ve piyasa ekonomisi pratiğinin belirleyicilerine dayalı bir tercih hâline geldi. 1990’lar ise yine piyasa ekonomisi egemenliğinde kalmak kaydı ile kalkınma gündeminin küresel ölçeğe varan bir kabul ile “sürdürülebilir kalkınma” başlığının öne çıktığı bir yaklaşıma evrildiği bir başka aşama olarak ortaya çıktı. Bu kapsamda konu, beşeri ve fiziki altyapı yanında kalkınma zincirinin en ucunda yer alan küçük üreticilerin de dikkate alındığı birçok alt başlığı gündeme alan bir içeriğe dönüşmüş durumdaydı. Devlet ve piyasa aktörlerinin görev dağılımı başlıkları içinde sağlık, beslenme, bilgi ve tekniğe erişim, istihdam, sosyal sermaye, kamu hizmetlerinden yararlanma, karar alma süreçlerinde yer alma somut tartışma başlıkları hâline geldi. İçinde bulunduğumuz yeni dönem 2000’li yıllar ise kalkınmışlığın temel ölçütlerinin elde edilmesi sürecinin teorik yaklaşımdan ziyade pratik uygulama süreçlerinde tartışıldığı, karar alıcıların bu çerçevede üretim ve nihayetinde kalkınma faktörlerini küresel piyasa şartlarında ülke elde etme – oluşturma amaçlı politikalar üretmeye, uluslararası ortamları bu yönde etkilemeye çalışıldığı, sadece devlet aygıtı ve şirketlerin rollerinin neler olması gerektiği ile yetinmeyen, toplumsal sistemde yer alan sivil toplum örgütlerine ve hatta bireylere kadar bütün aktörlerin süreçlerde yer almasına çalışılan, yeni bir bütüncül yaklaşımın doğduğu bir dönem olarak ilerlemektedir.
Tanım bugün gelinen noktada, gelişen gündem başlıkları yanında mekânsal ölçekte de yeni bir aşamaya ulaşmış durumdadır. Ekonomik kalkınma, genelde ülke ekonomisinin başarı düzeyinin kriteri olmaya devam etse de bugün gelinen noktada uluslararası rekabette faktör çekiciliğini artırıcı bir imkân olarak daha küçük bölgeler için ve hatta şehir ekonomilerinin tanımlayıcı alanı ve politikaların gerekçesi hâline gelmiş durumdadır. Hatta konu arz boyutunda, üretim faktörlerinin maliyet düşürücü, verimlilik artırıcı yönü ile talep boyutunda ise pazarın ekonomiyi besleyici gücü karşısında devletlerin sadece kendi ekonomik alanları ile sınırlı kalmayan, küresel ölçekte ülkeler düzeyinde yeni iş birlikleri ve bloklaşmaları sağlayacak, siyasi, kültürel ve askeri tedbirler dönemi olarak adlandırılabilecek yeni bir aşamaya evrilmiş durumdadır. Siyasal-idarî, sosyal ve ekonomik alanlarda “Küresel Dünya” tanımına uygun yeni karşılaştırma ölçütlerini ortaya koyan gündem, bir yönü ile “Gelişmiş”, “Gelişmekte Olan”, “Az Gelişmiş”, “En Az Gelişmiş” ülke/bölge gibi ayrımlara düşmüş olan dünyanın, gerekli şartların oluşturulması, uygun planlama ve uygulamalar dâhilinde yeni bir ortak düzeyde buluşabilmesi açısından önemli bir fırsat olarak da görülebilecek şekilde gelişimini devam ettirmektedir.
Teorisyenler ve uygulayıcılar birey düzeyine kadar kabul görmüş yeni beklentiler ortamında “bütüncül karmaşıklık” olarak ifade edilebilecek hâlihazırdaki durumu, genel bir teori ekseninde tanımlayarak, uygulanabilir modellemeler dâhilinde çözümleme çabasındadır. Ekonomik kalkınmaya ilişkin uluslararası kurumların-örgütlerin değerlendirmelerde kullandıkları başlıklara ve ölçütlere bakılacak olunursa konu, günümüzde dikkate alınan temel parametrelerin neler olduğu konusu yanında bunların devletlerin hangi gündemi veya ilgili politikaları için kullanılacakları gibi birçok detaya ulaşmış durumdadır. Konu, genel kriterler geliştirme, bu kriterlerden istifade ile genel bir teoriye ulaşabilme yönü ile veya Türkiye gibi ülkeler için orta gelir tuzağına düşmeme gündeminde bile ele alındığında şehirler ve şehir ile yoğun bir entegrasyon düzeyine ulaşmış yakın ve uzak çevre bölgeler ölçeğinde ele alınmayı gerektirir hâle gelmiştir. Bu ise yaşam ve faaliyet öbekleri ekseninde konunun detaylı olarak planlanmasına yeni zeminler hazırlamaktadır. Küreselleşme sürecinde bütün devletlerde ülkenin tamamının yanında, baskın ortak yaşam ünitesi hâline gelen şehre ilişkin üç temel başlıkta özetlenebilecek bir beklentiler çerçevesinin geliştiği görülür. Bunlardan ilki siyasal-idari alanda olan yönetilenlerin önceliklendiği bir yönetim mekanizmasının kurulmasıdır. İkincisi, sosyal alanda toplumun birey esasında küresel ilişki ağına katılımının gerçekleşmesidir. Son olarak ekonomik alanda ise işletme kârlılığı esasında bir iktisadî büyümenin sağlanmasıdır.
Bu üç üst kriter ekseninde geliştirilen stratejiler ve uygulama planlarında genel olarak dikkate alınan somut başlıklar hızla gelişen alt gündemlerde son 20 yıl içinde bile çeşitli yenilemelere konu olmuştur. Bu kapsamda kalkınma konusu örneğin; yerleşim bölgelerindeki yaşam kalitesi, insanî gelişmişlik başlığında öne çıkmıştır. Kişisel içsel alanlar (değerler, inançlar, arzular, kişisel hedefler, sorunlarla başa çıkma vb.), kişisel sosyal alanlar (aile yapısı, gelir durumu, iş durumu, toplumun tanıdığı olanaklar vb.), dışsal çevre alanı (hava, su kalitesi, çevresel hijyen vb.) ve dışsal toplumsal çevre alanı (kültürel, sosyal ve dini kurumlar, toplumsal olanaklar, okul, sağlık hizmetleri, güvenlik, ulaşım, alış-veriş vb.) ölçütler ile değerlendirilir olmuştur.
İlk etapta sağlık, çalışma, çevre, kazanç ihtiyacı, eğitim, aile, sosyal katılım, konut, ulaşım, güvenlik, rekreasyon-boş vakit, yaşam memnuniyeti kriterleri kullanılmış, bir sonraki aşamada yerleşim bölgelerindeki bireysel ve toplumsal kapasite, yönetim, çevre başlıkları, bir sonraki evrede de uluslararası alandaki küresel rekabet düzeyi, sosyal içerme gibi toplumsal kültüre kadar yayılan geniş bir içeriğe ulaşmıştır. Yine ilk aşamada, meskun mahaller ve bu mahallerin kendi içsel durumları esasında dikkate alınan bu başlıklar, bugün gelinen noktada şehir sınırlarını aşan, onunla entegre olmuş dış çevrenin imkânları ve etkilerini de dikkate alan bir genişleme yaşamıştır.
Ancak kalkınma sürecinin ölçütlerindeki hızlı değişim yanında, kalkınmayı etkileyen faktörlerin küresel nitelik kazanması karşısında var olan kurumsal tanımlamalar ve bunların işleyiş düzenlerinin sürekli revizyonu ve yeni yapılanma gündemleri de ortaya çıkmaya devam etmiştir. Konu Türkiye özelinde ele alındığında kurumsal örgütlenme boyutunda; kamu örgütlenmesinin bu gelişmelere uygun olarak yeniden şekillendiği, faaliyetlerinin de bu hedefleri gerçekleştirecek bir planlama dâhilinde geliştirildiği ifade olunmalıdır. Devlet Planlama Teşkilatı’ndan Kalkınma Ajanslarına evrilme, genel teşvik uygulamalarından özel alanların desteklendiği politikalara geçiş bu kapsamda değerlendirilmelidir. Merkezi ve yerel idare birimleri, bağımsız üst kurul ve kurumlarının örgütlenme ve yetkilerine ilişkin gelişmeler ile kurumsal faaliyetlerin stratejik planlamalar ile yürütülür hâle gelmesi yapısal dönüşüme kadar uzanan bu evrilmenin göstergeleridir.
Egemen yaşam üniteleri olarak üretim, paylaşım ve tüketim faaliyetlerindeki merkezi konumları itibarıyla ekonomik kalkınmanın da birçok yönü ile gözlem noktası olan şehirler, Türkiye’de son yıllarda yeni bir açılım ile yakın çevre mekânlarını da içine alan daha büyük ölçeklere ulaşmıştır. Hızlı tren-metro, otomobil vs. ulaşım araçları ile günlük hayatın kalıplarına sığabilecek mesafeler, şehirleri büyütmekte olup, bizi yeni bir şehir tanımına götürmektedir. Daha geniş bir coğrafyada yaşamın bütün alanlarını içine alan bir karaktere bürünen şehir, onun yönetimini ekonomik kalkınma gündeminde gittikçe daha fazla canlı ve cansız çevresi ile dikkate almayı gerektirir hâle gelmiş, kentsel aidiyet ve kentlilik bilincinin bile yeniden oluşumunu gerektiren yeni gündemler ortamı olmuştur. Bu çerçevede ekonomik kalkınma başlığına yaşam kalitesini yükselişte değil azalışta etkileyen hatta kent içi şiddet ve terörü besleyen sosyal dışlanmayı ortaya çıkaran faktörlerle mücadele gündemi eklenmiş, kamu politikalarına yeni başlıklar girmiştir.
Bireysel düzeyde katılımcı demokrasi anlayışında üretim, iletişim, ulaşım-taşıma teknolojisinin yeni imkânlarında yeni uygulama alanlarına varan kalkınma süreci sosyo-kültürel ilişki yapılarını öngörülemeyen bir ivme ile dönüştürmektedir. Gelenek ve göreneklerin kolaylıkla ortadan kalktığı, yeni algı ve yaşam tarzlarının devreye girdiği bu dönem, değişimin öngörülemezliği içinde devam edecek gibi görünmektedir.
Gülfettin Çelik