Bir İslâm ülkesine giren veya İslâm ordularına teslim olan gayrimüslime resmî olarak verilen güvencedir. Eman talebinde bulunana “müstemin”, eman verilene “müstemen”, verilen belgeye ise “emannâme” denilmektedir.
622’de Medine şehir devletinin kurulması, özellikle 630’da Mekke’nin fethedilmesinden sonra Hz. Peygamber birçok kimseye ve topluluğa farklı nitelikte eman vermiştir. Aynı şekilde Hulefa-i Raşidin döneminde de (632-661) uygulama yeni açılımlarla devam etmiştir. Erken dönem tarih kitaplarında kaydedilmiş olan emannâmeler daha sonra kurulan Müslüman devletlerin uygulamaları için esas oluşturmuştur.
Osmanlı Devleti’nde eman uygulaması, İslâmî anlayışa dayanmakla birlikte çok farklı millet ve devletlerle olan çeşitli münasebetleri, bu kavramın muhtevasını zenginleştirmiş, uygulama alanını da genişletmiştir. Ayrıca Osmanlıların kuruluş ve yükseliş devirlerindeki uygulama ile 17.-18. yüzyıllarda Batı’nın güç kazandığı ve nihayet 19. yüzyılda diplomaside mütekabiliyetin benimsendiği dönemlerdeki uygulamalar farklılıklar göstermektedir. Zira eman bir ülkenin dış siyaseti ve gücüyle ilgilidir.
Osmanlı kaynaklarında çok çeşitli şekillerine rastlanan emanın en yaygın olanı bir şehrin, bir kalenin fethi öncesinde veya sonrasında uygulanan biçimidir. Savaştan sonra gayrimüslimlerle yapılan zimmet akdi ve bu akid çerçevesinde sağlanan güvenceleri kapsar. Fâtih Sultan Mehmed (ö. 1481), İstanbul’un fethinden hemen sonra Haziran 1453’te Galata Cenevizlileri’ne bir emannâme (ahidnâme) vermiş, bu emannâme daha sonra Latinlere de teşmil edilmiştir.
Emannâmeler diğer padişah belgeleri gibi üstünde tuğra taşımakta, unvandan sonra yemin cümleleri yer almaktadır. Fâtih’in emannâmesi, “Ben ulu padişah” şeklindeki unvandan sonra Allah’a, Resulüne, İlâhî kitaplara, 124.000 peygambere, dedesinin, babasının, kendisinin ve oğlunun başlarına, kuşandığı kılıca yemin ederek başlamakta, daha sonra bahşedilen haklar sayılmakta ve tarihle bitmektedir.
Eman kavramı bir kalenin barış yoluyla tesliminde, eman vermek, eman kâğıdı göndermek şeklinde kullanılmıştır. Ayrıca Batılı devletlerin Osmanlı Devleti nezdindeki elçileri, konsolosları ve tüccarlarının faaliyetlerini de emniyet altına alan belge niteliği taşımıştır. İstanbul’un fethinin ardından önce Venedik, daha sonra Fransa, İngiltere, Hollanda’ya eman statüsü içinde tek taraflı olarak verilen ahidnâmelerle İstanbul’da dâimî elçilik, büyük şehirlerde ise konsolosluklar açılmıştır. Yabancı tüccara mensup olduğu devlete verilen ahidnâme hükümlerine göre beratlar verilmiş, kendilerine can ve mal güvenliği, bazı hâllerde kıyafet serbestliği, Osmanlı tebaası tüccarından ayrı olarak çeşitli imtiyaz ve muafiyetler tanınmıştır. 19. yüzyılda Doğu’yu gezmek, Kudüs’e kutsal ziyarette bulunmak isteyen Avrupalı ve Amerikalı seyyahların, macera meraklısı zenginlerin kendi elçilikleri vasıtasıyla Osmanlı Devleti’nden aldıkları mürur tezkireleri (geçiş belgeleri) de emanın bir türünü teşkil etmektedir.
Mehmet İpşirli