Adını mezhebin kurucu imamı olan Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’den alan, ehl-i sünnetin iki kelâm mezhebinden birinin adı. Tahminen 260/873-74 yılında Basra’da doğmuş olan Eş’arî’yi, Şafii mezhebine mensup olan babası, vefatından önce yakın dostu Yahya b. Zekeriyya es-Sâcî’ye emanet etmiştir. Eş’arî, böylece küçük yaştan itibaren Sünnî öğretiyi okuma ve öğrenme imkânı bulmuştur. Daha sonra Mutezilî kelâmcı Ebu Ali el-Cübbaî ile temas kurup ondan Mu’tezilî kelâmı tahsil etmiş ve bu mezhebin görüşlerini benimsemiştir. Kırk yaşına kadar Mutezile’de devam eden Eş’arî, bu mezhebin bazı görüşleri hakkında zihninde oluşan şüpheleri hocası Ebu Ali el-Cübbâî ile tartışmış, aldığı cevapların yetersizliği sebebiyle Mutezile’den ayrılmaya karar vermiş ve bu kararını bir cuma günü Basra’nın Merkez Camii’nde halka ilan etmiştir. Bazı kaynaklar onun Mu’tezile’den ayrılmasına sebep olarak biri mümin, diğeri kafir ve üçüncüsü de çocuk yaşta ölen üç kardeşin ahiretteki durumu hakkında sorduğu soruya hocasının verdiği cevabın yetersizliğini gösterirken, İbn Furek ve İbn Asakir gibi Eş’arî kelâmcılar, onun Mu’tezile’den ayrılışının nedeni olarak rüyasında gördüğü Hz. Peygamber’in mânevî tenbihini göstermektedirler.
Mutezile’den ayrılırken kırk yaşında olan Eş’arî’nin, bu dönemde yazdığı pek çok eseri bulunmaktadır. Ancak bunlardan günümüze ulaşanlar Mutezile’den ayrıldıktan sonra yazdıklarıdır. Bunlardan biri Mutezile’den ayrıldıktan sonra Ahmed b. Hanbel’e bağlılığını göstermek üzere yazdığı tahmin edilen el-İbâne an usûli’d-diyâne’dir. İkinci eseri kaynaklarda daha çok el-Has ale’l- bahs şeklinde geçen Risâle fi İstihsâni’l-havz fi ilmi’l- kelâm’dır. Bu risale, kelâm ilminin güzelliğini ve kelâm yönteminin meşrûiyetini ortaya koymak üzere kaleme alınmıştır. Üçüncü eseri yeni dönemine ilişkin görüşlerini ortaya koyduğu eseri olan Kitâbü’l-Lüma’ fi’r-red alâ ehli’z-zeyğ ve’l-bida’dır. Eş’arî’nin en meşhur eseri ise İslâm mezheplerinin görüşlerini objektif bir şekilde naklettiği Makãlâtu’l-İslâmiyyîn ve’htilâfü’l-musallîn’dir. Eş’arî’nin günümüze ulaşan diğer bir eseri ise Usûlü Ehli’s-sünne ve’l-cemâ’a adı ile de bilinen Risâle ilâ Ehli’s-Seğr bi-Bâbi’l-ebvâb’dır.
Eş’arî sonrasında bu mezhebin tarihî seyri mütekaddimîn ve müteahhirîn olmak üzere iki döneme ayrılmıştır. İmam Gazzâlî’ye kadar geçen sürece mütekaddimîn, ondan sonraki döneme ise müteahhirîn dönemi adı verilmiştir. Mütekaddimîn dönemi temsilcilerinin başında Ebü’l-Hasan el-Bâhilî, İbn Mücâhid et-Tâî, Bündâr b. Hüseyin eş-Şîrâzî, İbn Hafîf eş-Şîrâzî, Ebû Sehl es-Su’lûkî ve Ebû Zeyd el-Mervezî gibi Eş’arî’nin öğrencileri gelmektedir. Bunlar Eş’arî sonrasının ilk halkasını oluşturmakla beraber mezhebin sistemleştirilmesinde ve Eş’arî’nin görüşlerinin nakli konusunda ikinci nesil Eş’arî alimler daha etkili olmuştur. Bu neslin başında Ebû Bekir el-Bâkıllânî (ö. 403/1013) gelir. O, yazmış olduğu et-Temhid, el-İnsaf ve el-Beyan adlı kitaplarında Eşariliği bilgi, varlık, uluhiyet ve nübüvvet konularında sistematik bir şekilde temellendirmiştir.
Bu kuşağın ikinci örneği olan İbn Fûrek (ö. 406/1015) İsfahan’da doğmuş, Bağdat ve Basra’ya giderek Eş’arî’nin öğrencilerinden tahsil görmüş, Bakıllânî ile ders arkadaşı olmuş, Kuşeyrî ve Beyhakî’ye ise hocalık yapmıştır. Mücerredu makalâti’ş-Şeyh Ebi’l-Hasan el-Eş’arî, Şerhü’l-Âlim ve’l-müteallim, Kitabu’l-Hudud fi’l-usûl adlı eserlerinde Eş’arî’nin görüşlerini şerh edip gelecek nesillere aktarmıştır. Aynı kuşaktan olan Ebû İshak el-İsferâyînî (ö. 418/1027) de Bağdat’ta Eş’arî’nin öğrencisi Ebu’l-Hasan el-Bahilî’den tahsil gördükten sonra Nişabur’a dönüp burada Eş’arîliği yaymıştır. Üçüncü kuşak Eş’arlerin başında ise Abdülkahir el-Bağdâdî (ö. 429/1037) gelir. O, Ebu İshak el-İsferayinî’nin öğrencisi olup hocasının ölümü üzerine de Nişabur’daki medresesinde onun yerine geçmiş ve hayatının sonuna kadar bu görevine devam etmiştir. Yine Eş’arîye’nin üçüncü kuşağında yer alan kelamcılar arasında Eş’arî-Selefî çizgiyi takip eden Ebû Abdullah el-Halîmî (ö. 403/1012) ve Ebû Bekir el-Beyhakī (ö. 458/1066) gelir.
Mütekaddimîn dönemi Eş’arîlerinin son halkasında ise Eş’arîye’yi tasavvufa yaklaştıran Abdülkerîm el-Kuşeyrî (ö. 465/1072) ile felsefeye yaklaştıran İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî (ö. 478/1085) gelmektedir. Eş’arîliğin Mütekaddimîn dönemi Ebû Hâmid el-Gazzâlî ile sona ererek müteahhirîn dönemi başlamıştır. İnikası edille ve Aristo mantığının kullanımı gibi bazı konularda mütekaddimîn dönemi kelâmcılarına muhalefet eden Gazzâlî, Maḳāṣıdü’l-felâsife ve Tehâfütü’l-felâsife adlı eserlerinde Aristocu geleneğe bağlı olan Meşşâî filozoflarını ele alıp eleştirmekte, Miʿyârü’l-ʿilm ve Miḥakkü’n-naẓaradlı eserlerinde ise Aristo mantığının İslâmî ilimler için bir alet olduğunu kaydederek mantık bilmeyenin ilmine güvenilemeyeceğini ileri sürmektedir. Ayrıcael-İḳtiṣâd fi’l-iʿtiḳād’ında kelâm yöntemini benimsemesine rağmen nihaî merhalede gerçeğin keşf metoduyla bilinebileceğini kabul etmektedir.
Bu dönemin ünlü isimlerinden Muhammed b. Abdülkerîm eş-Şehristânî (ö. 548/1153) Nihâyetü’l-iḳdâm fî ʿilmi’l-kelâm, el-Milel ve’n-nihal, Mesele fi isbatı cevheri’l-ferd ve Musaraatü’l-felasife adlı eserlerinde felsefe-kelâm ilişkisini güçlendirip kelâmî meselelere felsefî açıklamalar getirmiştir.
Eş’arî mezhebinde önemli simalardan biri ise Fahreddin er-Râzî’dir (ö. 606/1210). O, el-Meʿâlim, el-Muḥaṣṣal, el-MeṬâlibü’l-âliyeve Nihayetül-ukul gibi eserlerinde felsefeyle kelâmı birleştirerek felsefî kelâm dönemini başlatmıştır. Ebkârü’l-efkâr ve Ġāyetü’l-merâm adlı eserlerin müellifi Seyfeddin el-Âmidî (ö. 631/1233), Ṭavâliʿu’l-envâr ve Miṣbâḥu’l-ervâḥ adlı eserlerin müellifi Kādî Beyzâvî (ö. 685/1286) ve el-ʿAḳāʾid ve el-Mevâḳıf adlı eserlerin yazarı olan Adudüddin el-Îcî de Râzî gibi felsefî kelâm metodunu devam ettirmişlerdir. Bundan sonra kelâm ilminde şerhçilik ve hâşiyecilik dönemine girilmiştir. Bu dönemin önemli kelâmcılarından olan Sa’deddin et-Teftâzânî, Nesefî’nin ʿAḳāʾid’ine yazdığı şerhin dışında kendi eseri olan el-Maḳāṣıd’a şerh yazmak suretiyle şerhçilik anlayışının başarılı örneklerini vermiştir. Yine devrin ünlü şerhçi mütekellimlerinden olan Seyyid Şerîf el-Cürcânî İcî’nin meşhur eseri el-Mevakıf’ı şerh etmiştir. Aynı kuşağın kelâmcılarından Celâleddin ed-Devvânî ise İc’nin Akaid’ine yazdığı Şerḥu’l-ʿAḳāʾidi’l-ʿAḍudiyye’sinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd nazariyesini Eş’arî kelâmıyla bütünleştirmeye çalışmıştır. Bundan sonra da Eşarilik İslâm coğrafyasının değişik yörelerde kelâm alimleri tarafından temsil edilerek günümüze kadar gelmiştir.
Ehl-i sünnet kelâmının ana kollarından birini oluşturan Eş’arî mezhebi, Allah’ın varlığı, birliği, nübüvvet ve ahiret gibi itikadî konularda bu camianın genel görüşlerini benimsemekle beraber bazı meselelerde Selefiyye ve Matüridîye’den ayrılmaktadır. Eş’arîye tanımlanırken bu hususlar öne çıkarılmaktadır. Bilgi teorisinde ehl-i sünnetin geneli gibi Eş’arîler de hakikatin bilinebileceği ve eşyayı bilmenin objektif yollarının akıl, duyular ve doğru haber olduğunu kabullenmektedirler.
Eş’arîler varlık konusunda ise diğer kelâm ekolleri gibi cevher-arazın telifinden oluşan cisim kavramını kabul etmekte, ilk cevherin (cevher-i ferd) Allah tarafından yaratıldığını, Allahu Teâlâ dışındaki bütün varlıkların mümkün ve hâdis, Allahu Teâlâ’nın ise zorunlu ve kadim olduğunu kabullenmektedirler. Eşyanın varlığı mümkün olduğu için aralarındaki ilişkinin de zorunlu değil, caiz olduğunu, aynı şekilde tabiat kanunlarının zorunlu değil, ihtimalî olduğunu savunmaktadırlar. Bu nedenle evrende zorunlu determinizmin değil, okasyonalizmin (vesilecilik) hâkim olduğunu dillendirmekte, sürekliliğin ise halk-ı cedid yoluyla sağlandığını söylemektedirler. Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatları konularında ehl-i sünnetin geneli ile ortak görüşleri paylaşmakla beraber, O’nun fiillerinin hâdis olduğunu söylemektedirler.
Eş’arîliğin öne çıktığı diğer bir nokta ise Allah’ın kudretine vurguları olup bu sebeple her türlü illet, hikmet ve aslah görüşünü reddetmekte, bu hususları kabulün kudret-i ilahiyyeyi sınırlandıracağını, ayrıca mucizeleri imkânsız hâle getireceğini söylemektedir. Buna paralel olarak insan fiillerinin oluşumunda kulun tesirini temsil eden kesb ile Allah’ın etkisini ifade eden yaratmanın söz konusu olduğunu, bu ikisinin bir araya gelmesi ile ef’al-i ibâdın vuku bulduğunu söylemekte, bu hususta iki uçta yer alan Cebriyye ve Kaderiyye’nin ortası bir noktada durmaktadır. Kader meselesini de bu doğrultuda temellendirmektedir.
Nübüvvet konusunda da Allahu Teâlâ’nın peygamber göndermesinin bir lütuf olduğunu, O’nun peygamber göndermeden insanları sorumlu tutmayacağını ve onları cezalandırmayacağını, haram-helâl, hüsün/-kubuh meseleleri gibi iman-küfür konularında da sorumluluğun peygamberin beyanına bağlı olduğunu savunmaktadır. Peygamberlerin nübüvvet öncesinde her türlü küfür ve şirk yanında insanlar nezdinde tahkire neden olan fiillerden de korunmuş olduklarını, nübüvvet esnasında ise bazı hata, yanılgı ve zelleler hariç her türlü günah ve masiyetten korunmuş olduklarını söylemektedirler. Bunlar dışında meleklere ve ahirete iman, kabir azabı, cismanî haşir, müteşabihatın tevili, hulefa-i râşidinin imamete geliş sıralamasının kabulü, ashab-ı kiramın tafdili gibi konularda ehl-i sünnetin diğer ekolleri ile ortak görüşleri paylaşmaktadırlar.
İlyas Çelebi