Kelime anlamı “açma, yol gösterme, galibiyet ve zafere ulaştırma”dır. Terim anlamı ise “Müslümanların ülke veya şehirleri gayelerle İslâmiyet’e açmaları, İslâm devlet idaresine, İslâm hakimiyetine almaları” demektir. Fetih terimi özünde nihai gaye olarak kalplerin İslâm’a açılmasını, insanların Allah’ın mesajına ulaşmasına engel olan unsurların ortadan kaldırılmasını ve İslâm’ın yayılmasına, yaşanmasına uygun ortamın hazırlanmasını ifade etmektedir. Bu bakımdan fetih toprak ve ganimet elde etmek için savaşmak, insanları öldürmek, kan dökmek, istilâ ve sömürü gibi dünyevi amaçları ve sonuçları değil, Allah yolunda (fî sebîlillâh), Allah’ın dininin mümkün olan en geniş coğrafyalara ulaşması ve yayılması (i‘lâ-yi kelimetullah) için gayret gösterme şuurunda olmaktır.
Fetih kavramı içinde fiilî savaş (kıtâl) anlamı da bulunmakla birlikte bu kavramın temelde gönüllerin İslâm’a açılmasını ifade ettiği Kur’ân-ı Kerim’den açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’in 48. sûresi Fetih Sûresi adını taşır ve şu âyetle başlar: “(Ey Resûlüm!) Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik” (Fetih 48/1). Bu sûre hicretin 6. yılında (m. 628) Mekkeli müşriklerle imzalanan ve bazı maddeleri Müslümanların aleyhine gözükmekle birlikte on yıllık barışı öngören Hudeybiye antlaşması üzerine nâzil olmuştur ve bu antlaşma “feth-i mübîn” (apaçık bir fetih) olarak nitelenmiştir. Nitekim bu antlaşma ile iki yıl sonra gerçekleşen Mekke fethi (8/630) arasında Müslüman olanların sayısı İslâm’ın doğuşundan itibaren yaklaşık yirmi yıl içinde Müslüman olanların sayısından fazladır. Sağladığı barış ortamıyla çok sayıda insanın Müslüman olmasına zemin hazırlayan Hudeybiye Antlaşması’nın Allah tarafından “fetih” olarak nitelenmesi, fethin, özünde gönüllerin İslâm’a açılması olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.
Hicretin 8. yılında (m. 630) gerçekleşen Mekke fethi de İslâm’da fetih ruhunu anlamaya imkân verecek güzel bir örnektir. Hz. Peygamber, davetine başladığı günden itibaren yirmi yıl boyunca kendisine ve arkadaşlarına her türlü kötülüğü yapmış, Mekke’den çıkarmakla yetinmeyip hicret yurdu Medine’ye saldırmış ve diğer müşrik veya yahudi müttefikleri ile İslâm’ı engellemeye çalışmış olan Mekkelilere istediği cezayı verebilecek durumda olduğu hâlde umumi af ilan etmiş ve bağışlamıştır. Bunun üzerine Mekkeliler de gönüllerini İslâm’a açmış ve Müslüman olmuştur. Mekkelilerin İslâm’ı kabul etmeleri Arap yarımadasındaki diğer kabilelerin de gruplar hâlinde İslâm’a girişini hızlandırmış, fethin ardından hicretin 9. yılında (m. 630-631) Medine’ye çeşitli bölgelerden heyetler gelmiştir. Nasr Sûresinde Mekke’nin savaşsız alınması “fetih” olarak isimlendirilmiş ve insanların grup hâlinde İslâm’a girişine vurgu yapılmıştır (Nasr 110/1-3).
İslâm fetihlerinin temel amacı i‘lâ-yi kelimetullahtır. İnsanların İslâm davetine ulaşmalarına imkân sağlamak ve kulluğun gereğini yerine getirmek için “fî sebîlillâh” gayret göstermek, Allah’ın dininin hâkim olmasına çalışmaktır. Çünkü adaletin sağlanması, inanç ve ibadet hürriyetinin korunması, can ve mal güvenliği gibi en temel hakların teminat altına alınması siyasî hakimiyetle mümkündür. Buna karşılık hakimiyet altına alınan insanların İslâm’ı kabul etmeleri için zorlanması söz konusu değildir. Çünkü “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 2/256) ve insanların kendi hür iradeleriyle Müslüman olmaları esastır. Dolayısıyla fethedilen topraklarda yaşayan insanlar İslâm hakimiyetini kabul etmekle Müslüman olmadıkları takdirde cizye ödemek şartıyla eski dinlerinde kalarak inanç ve ibadet hürriyetine ve İslâm Devleti himayesinde yaşama hakkına sahiptirler. Hz. Peygamber hicretin 9. yılında (m. 630) gerçekleşen Tebük Seferi sırasında bölgede yaşayan Yahudi ve Hristiyanlara Tevbe Sûresi’ndeki cizye âyeti (Tevbe 9/29) doğrultusunda bu uygulamayı yapmış ve bu uygulama daha sonraki İslâm devletlerinde de devam etmiştir.
Hz. Peygamber’e, ganimet elde etmek veya cesaretiyle şöhret kazanmak ya da kabilesine destek olmak amacıyla savaşanlardan hangisi Allah yolunda sayılır? diye sorulduğunda Hz. Peygamber şu cevabı vermiştir: “Bunlardan hiçbiri Allah yolunda sayılmaz. Sadece Allah’ın adını yüceltmek ve yaymak için savaşan kimse Allah yolundadır” (Buhârî, “Cihâd”, 15; Müslim, “İmâre”, 149-151). Hz. Peygamber Hayber Seferi için hazırlık yaparken “Sadece Allah yolunda cihâd amacı taşıyanlar bizimle gelsin. Ganimet elde etmek isteyen katılmasın” buyurmuş ve bunu ilân ettirmiştir (Vâkıdî, II, 634).
Allah yolunda cihad eden kimse ölürse şehit, sağ kalırsa gazi olarak isimlendirilir. Şehit ve gazilerin Allah katındaki mertebesi çok yücedir. Yukarıdaki örneklerde zikredildiği gibi Hz. Peygamber’in fiilî uygulamaları yanı sıra birçok âyet ve hadiste fetih ve cihâdın manevî değer ifade etmesi için temelde şart koşulan niyet, gösterilen gaye ve hedefler, verilen müjdeler fetih ruhunun Hz. Peygamber döneminden sonra da asırlar boyu kuşaktan kuşağa canlı bir şekilde devam etmesini sağlamıştır. İslâm tarihi fetih ve cihâd ruhunun, özellikle Osmanlılarda daha çok kullanıldığı şekliyle gazâ ruhunun yansıması olan birçok örnek tutum, davranış ve uygulaması ile doludur.
Hz. Ebû Bekir’in Üsâme b. Zeyd kumandasındaki orduya yaptığı tavsiyeler hem İslâm hem de insanlık tarihi açısından önemlidir: “Ey insanlar! Size tavsiye edeceğim on hususa uymanızı istiyorum: Hainlik yapmayınız. Vefasızlık etmeyiniz. Haddi aşmayınız. Kimsenin uzuvlarını kesmeyiniz. Çocukları, kadınları ve yaşlıları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Meyve ağaçlarını kesmeyiniz. Koyun, inek ve deve gibi hayvanları gıdadan başka bir maksat için kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş insanlara rastlayacaksınız, onları kendi hâllerine bırakınız” (Taberî, Târîh, III, 226-227).
Hz. Ömer’in, fethedilen Irak, Suriye ve Mısır bölgelerindeki toprakları gazilere dağıtmayıp İslâm hakimiyet ve himayesini kabul eden eski gayrimüslim sahiplerine bırakması ve bu insanlara esir veya köle muamelesi yapmak yerine kendilerinden alınacak cizye ve topraklarından alınacak harâc karşılığında onları serbest bırakması İslâm fetihlerinin temel gayesinin toprak kazanma, ganimet elde etme, insanları öldürme, esir veya köle edinme vb. olmadığının açık bir göstergesidir.
Yine Hz. Ömer döneminde gerçekleşen Kudüs’ün fethinde halife Kudüs’e gelerek şehri teslim almış ve cizye ve haraç karşılığında şehir halkının can ve mal güvenliğini, din ve ibadet hürriyetini sağlayacağına dair bir antlaşma imzalamıştır (17/638). Hz. Ömer’in Kudüs’e bu şekilde girişinin önemi, 461 yıl sonra 15 Temmuz 1099’da şehre giren Haçlılar’ın yaptıkları tahribat ve katliam ile mukayese edildiği zaman daha iyi anlaşılmaktadır. Haçlılar’ın kana buladıkları Kudüs’ü 88 yıl sonra 1187’de yeniden fetheden Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin şehre girişi de Hz. Ömer’in girişi gibi olmuştur. Bu iki İslâm büyüğünün Kudüs’e girişi Hz. Peygamber’in Mekke’ye girişi ile aynıdır. Çünkü İslâm’ın fetih ve cihâd anlayışı adalete dayanan siyasî hakimiyet ve insanî temeller doğrultusunda şekillenmiştir.
İ‘lâ-yi kelimetullah gayesiyle ilahî mesajı en uzak noktalara ulaştırma gayreti fetih ruhunun önemli bir yansımasıdır. Hz. Peygamber’i (s.a.v.) Medine’ye hicretten sonra yedi ay evinde misafir eden ve Mihmandâr-ı Resûl olarak meşhur olan Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin Bizans başkenti İstanbul kuşatmasına ilerlemiş yaşına rağmen katılması bu amaçladır. İslâm’ın doğuşundan yaklaşık bir asır sonra VIII. yüzyılın ilk çeyreğinde İslâm orduları Doğu’da Kafkasya, Türkistan ve Hindistan’da; Batı’da Endülüs’te fetihler gerçekleştirmiş ve yine Bizans başkenti İstanbul’u üçüncü defa kuşatmıştır.
Adaleti ve dindarlığı ile Hulefâ-yi Râşidîn’in beşincisi diye meşhur olan Ömer b. Abdülaziz döneminde geniş İslâm coğrafyasında çok sayıda insan İslâm’ı kabul etmiş ve böylece fethin gerçek gayesi olan gönüllerin İslâm’a açılması gerçekleşmiştir.
Sultan Alparslan’ın 26 Ağustos 1071 tarihinde Anadolu’nun kapılarını Türk-İslâm dünyasına açan Malazgirt Muharebesi öncesinde askerlere yaptığı konuşmada kendisinin emreden bir sultan değil, askerlerden biri olarak savaşan bir gazi olduğunu, savaşta muzaffer olursa gayesine ulaşacağını, ölürse şehit olup cennete kavuşacağını söylemesi, giydiği beyaz elbiseyi kefen kabul etmesi ve ardından savaşta esir düşen Bizans imparatorunu affetmesi İslâm’da fetih ruhunun yansımasıdır.
Altı yüzyıl hüküm süren cihan devleti Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran ruh, fetih ve gazâ ruhudur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda önemli rol oynayan Şeyh Edebali, Osman Gazi ve Dursun Fakih gibi isimler, Abdalân-ı Rûm, Gâziyân-ı Rûm, Ahîyân-ı Rûm ve Bâciyân-ı Rûm gibi gruplar bu ruhun belli başlı temsilcileridir. Niğbolu Savaşı’ndan İstanbul’un fethine, Preveze Deniz Muharebesi’nden Çanakkale Zaferi’ne ve Kurtuluş Savaşı’ndan günümüze sergilenen örnekler Kur’ân ve sünnet ışığında, İslâm’ın temel ilkelerinden hareketle şekillenen fetih, cihâd ve gazâ ruhunun muhtelif zaman ve şartlardaki yansımalarıdır.
Casim Avcı