İslâm inancını benimsemeyen, Müslüman olmayan kişi anlamına gelen gayr-i müslim tamlaması Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde geçmemektedir. İslâm’ın bu iki temel kaynağında Müslüman olmayanlar ya genel olarak kâfir (çoğulu kâfirûn, küffâr) kelimesi ile ya da mensup oldukları dinin ya da inançsızlığın özel isimlerine nispetle ifade edilmiştir. Bu bağlamda İslâmî literatürde Yahudiler için hûd ve yehûd (tekili yehûdî), Hristiyanlar için nasârâ (tekili nasrânî), bu iki inanç grubunu birlikte ifade için ehl-i kitab, putperestler için müşrik, ateşe tapanlar için mecûsî, yıldızlara tapanlar için sâbiî, inançsız veya inkârcı görüşleri olanlar mülhid kelimeleri kullanılmıştır.
Günümüz ulus-devlet anlayışında devletin insan unsurunu tanımlamak amacıyla yapılan vatandaş-yabancı şeklindeki ikili ayırım yerine İslâm geleneğinde inanç esasına dayanan Müslüman-gayr-i müslim veya mü’min-kâfir ayrımı benimsenmiştir. Gayrimüslimler ise İslâm devletiyle olan siyasî ve hukukî bağlarına göre zimmî, müste’men, muâhid ve harbî şeklinde dört kategoride değerlendirilmiştir: Zimmî, İslâm devletinin egemenliğini tanıyıp onunla yaptıkları zimmet antlaşmasına dayanarak İslâm ülkesinde vatandaş olarak yaşayan gayr-i müslim demektir. İslâm ülkesine emanla yani resmî geçerliliği olan bir izin veya onayla giren ve geçici ikamet hakkı olan yabancı gayrimüslime müste’men, İslâm devletiyle barış antlaşması yapmış olan gayr-i müslim devlet vatandaşına muâhid, İslâm devletiyle savaş hâlinde bulunan gayrimüslim bir devletin vatandaşına harbî denmiştir.
Bu ayırım birtakım hukukî sonuçları da beraberinde getirir. Vatandaş konumundaki zimmîler diğer gayr-i müslimlere göre daha özel bir statüye sahiptir. Müste’men ve muâhidler de başta can ve mal güvenliği olmak üzere birçok hakka sahiptirler. Harbî ise savaş hukuku hükümlerine muhataptır. “Allah tarafından indirilen bir kitaba inananlar” anlamına gelen ehl-i kitap da yine böyle olmayan gayr-i müslimlere göre farklı bir konumda görülmüştür. Vatandaşlık hukuku açısından Yahudi, Hristiyan ve Mecusîleri, bunun dışındaki alanlarda ise sadece Yahudi ve Hristiyanları kapsayan ehl-i kitabın böyle sayılması, adlandırmadan da anlaşılacağı üzere bozulmamış hâlleri Allah tarafından indirilmiş olan Tevrat ve İncil’in saygınlığı sebebiyledir. Bu gerekçeyle mesela, Yahudi ve Hristiyanların kestiği hayvanın eti yenilebilir ve kadınlarıyla evlenilebilir (Mâide Sûresi 5/5).
İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünneti; insanın, ilave bir sebebe ya da kayda bağlı olmaksızın sadece insan olmasından dolayı saygın ve dokunulmaz olduğu hususunda son derece berraktır. Birçok ayet-i kerime ve hadis-i şerif, bütün insanların tek bir kaynaktan, Hz. Âdem’den türediğini, yaratılıştan değerli olduğunu, yeryüzünün en şerefli yaratığı olarak var edildiğini belirtmiş ve bütün bunların bir ırka ya da dine mensubiyetle sonradan kazanılmayıp insan olarak yaratılmışlık itibarıyla kimliğinde zaten verili olarak mevcut bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu gerçek, İslâm geleneğinde “İsmet-i Âdemiyyet” kavramıyla ifade edile- gelmiştir.
İslâmî anlayışa göre insan, sırf insan olması sebebiyle varoluşsal saygınlığa sahiptir. Bu aslî saygınlık onu aynı zamanda dokunulmaz kılar. Bu sebepledir ki “bir insanı öldüren kişi sanki bütün insanlığı öldürmüş gibidir ve bir hayat kurtaran kişi sanki bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.” (Mâide Sûresi 5/32). İnsanın doğuştan getirdiği bu saygınlık ve dokunulmazlık özelliği, onu hem hukukun muhatabı yapmış hem de temel haklara sahip kılmıştır. Savaş durumu söz konusu olduğunda ise doğal olarak bazı kısıtlamalar söz konusu olacaktır.
Bu bağlamda ele alınması gereken bir konu da gayr-i müslim ülke ve devletler ile Müslümanların arasındaki devletler arası ilişkilerin niteliği konusudur. Kur’ân-ı Kerim ve sünnet ile ilk dönem uygulamaları ekseninde geliştirilen uluslararası ilişkiler kuramı, son tahlilde İslâm’ın yüceliği ve dünya barışı şeklinde özetlenebilecek iki unsur üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla Müslümanların uluslararası ilişkilerde takip edeceği siyaset, İslâm’ın saygınlığından taviz vermemek duyarlılığıyla yeryüzünde barış ve huzurun sağlanmasına dönüktür.
Birçok âyet-i kerîme yanında özellikle “…Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse, Allah onlara saldırmanıza izin vermez” (Nisâ 4/90); “Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven!..” (Enfâl 8/61); “Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz…Allah yalnızca, din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa, gerçek zâlimler işte onlardır.” (Mümtehine 60/8-9) meâlindeki âyetleri, toplumlar arası ilişkilerdeki ilkesel tavrın sulh/barış yönünde olduğunu göstermektedir.
İslâm, esasen kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ aracı olarak öngörmemiştir. Sırf konjonktürel gerekler ve dünyevî yararlarla hasmâne duyguları tırmandırmak Kur’ân-ı Kerim’de doğru bulunmamış; İslâm ülkesi ve Müslüman varlığını korumak gibi meşru gerekçeleri bulunmayan savaşlar kınanmıştır (Bakara 2/205; Enfâl 8/47; Nahl 16/92). İnsanın yaratılış itibarıyla mâsum ve dolayısıyla canına kastedilmesinin haram olduğu hükmünü ilke olarak benimseyen fakihler, canlıları öldürmeyi, yerleşim yerlerini yıkmayı ve çevreyi tahrip etmeyi beraberinde getireceği için savaşın, özü itibarıyla güzel bir olgu olmadığını belirtmişlerdir. Onun içindir ki barış içinde özgürce yaşamak mümkün olduğu sürece savaş gündeme gelmemiştir.
Gayr-i müslimlerin tâbi olduğu hukukî statü genellikle “zimmîlik/zimmet hukuku” merkeze alınarak incelenmiştir. Buna göre kamu yönetimi ve inançla ilgili istisnalar dışında genel kural, zimmilerin Müslümanlarla aynı hak ve sorumluluklara sahip olmasıdır. Bu kural Hz. Peygamber’in, “Eğer İslâm egemenliğini tanıyıp vatandaşlığı kabul ederlerse onlara bildir ki Müslümanların lehine olan haklar onların da lehine, Müslümanların omuzlarında olan yükümlülükler onların da omuzlarında olacaktır” (Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim, “Cihâd”, 2, 12) gibi sözleri başta olmak üzere Yahudi, Hristiyan ve Mecûsilerle bizzat yaptığı pek çok zimmet antlaşmasındaki yazılı hükümlere dayanmaktadır.
Bu genel yaklaşıma bağlı olarak zimmîler can ve mal dokunulmazlığına, din ve vicdan hürriyetine, Müslümanlarca kutsal sayılan bölge ve mekânlara dönük bazı kısıtlamalar ile güvenlik amaçlı yasaklamalar dışında tam bir ikamet ve seyahat hürriyetine, kamu hizmetlerinden faydalanma, çalışma ve sosyal güvenlik hakkına, din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olarak şahıs, aile, miras ve borçlar gibi dinî inançla yakın ilgisi olan birçok özel hukuk alanında hukuk ve yargılama özerkliğine sahiptirler. Zimmîler gerek can ve mal güvenliklerinin sağlanması gerekse askerlik hizmetinden muaf tutulmaları karşılığında devlete “Cizye” adıyla bir vergi öderler. Ancak bu vergi kadınlardan, çocuklardan ve fakirlerden alınmaz.
Hz. Peygamber zimmiye haksızlık yapan, gücünün üstünde malî sorumluluk yükleyen ve rızası dışında ondan bir şeyler alan kimsenin karşısına hesap gününde bizzat kendisinin çıkacağını ifade etmiş, bir zimmiyi öldüren kimsenin kırk yıllık mesafeden duyulan cennet kokusunu alamayacağını belirtmiştir. Hz. Ali başta olmak üzere birçok sahabeye nispet edilen, “Onlar cizyeyi, malları bizim mallarımız, kanları bizim kanlarımız gibi olsun diye kabullenmişlerdir” tespiti de bu noktadaki örnek tutumu göstermektedir.
Bütün bu yönlendirmeleri esas alan Müslüman hukukçular, “Onlar da tıpkı Müslümanlar gibi hak ve yükümlülüklere sahiptir” genel kuralı çerçevesinde gayr-i müslimlerin inançlarıyla baş başa bırakılmaları gerektiğini vurgulamışlardır. Öyle ki bu yaklaşım, İslâm’ın kesinlikle cevaz vermediği işlem veya tasarrufları gayrimüslimlerin yapabilmelerine bile onay kapısı açmıştır. İslâm tarihi ve hukuku kaynaklarında yer alan bilgi ve uygulamalar, zimmîlerin İslâm toplumlarında temel haklardan yoksun yaşadıklarını, medenî haklara sahip bulunmadıklarını, ikinci sınıf vatandaş sayıldıklarını ve eksik ehliyetli kişiler gibi görüldüklerini söyleyen bir kısım Batılı yazarı yalanlamaktadır.
İslâm ülkesinde vatandaş olarak ya da geçici ikamet hakkıyla bulunan bir gayr-i müslimin başta gelen görevi İslâm’ın hâkimiyetini kabul edip Müslümanların inançlarına, hukuk kurallarına ve örflerine saygı göstermek, kamu düzenine ve genel ahlâka aykırı davranışlardan uzak durmaktır. Bunlar, ibadetleri ve kendi aralarındaki din kaynaklı bazı özel hukuk ilişkileri dışında kalan konularda İslâm hükümlerine tâbidirler.
İslâm hukukçuları, bu temel sorumluluklar yanında zaman içerisinde zimmîlerin sosyal hayatlarıyla ilgili başka bazı yükümlülükler de belirlemişlerdir. Gayr-i müslimlerin, elbise ve başlıklarının model ve renk bakımından Müslümanlarınkine benzemeyip kendilerine özgü olması, Müslümanların kullandığı lakap ve künyeleri kullanmamaları gibi bir taraftan kimlik karışıklığını önlemek, diğer taraftan güvenlik ve hâkimiyeti sağlamak kaygısından kaynaklandığı anlaşılan sosyal ve siyasi amaçlı bu tür ictihadî kısıtlamaların dönemsel ve hatta bazı yerlerle sınırlı olduğu anlaşılmaktadır.
Müslümanların inanan ve inanmayan herkese karşı dürüst ve adaletli davranmaları, kul haklarına riayet ederek herhangi bir şekilde haksızlık yapmamaları temel ilkeler arasındadır. Bir Müslümanın gayr-i müslim de olsa akrabalarıyla ilişkisini kesmemesi, ihtiyaç hâlinde onlara yardımcı olması, komşularına iyi davranması ve hangi dinden olursa olsun insan haklarını gözetmesi gerekir. Müslümanların günlük hayattaki münasebetler çerçevesinde gayrimüslim hastaları ziyaret, cenazelerine katılma, taziyede bulunma, evlenme veya doğum vesilesiyle onları tebrik etmek gibi sosyal ilişkilerde bulunmaları da mümkündür.
Ahmet Yaman