Kelime anlamı “söz ve haber” olan “hadis” terim olarak, Hz. Peygamber’in sözleri, fiilleri ve onayları (takrir) ile bunların nakledildiği rivayetleri ifade eder. Sünnet ise sözlükte “doğru veya yanlış sürekli takip edilen yol, kanun, âdet” gibi manalarda olup Hz. Peygamber’in söz, fiil ve onaylarının ortak adıdır.
Hadis ve sünnet kavramlarını İslâm âlimleri farklı şekillerde tarif etmişlerdir. Fakihlere göre (İslâm hukukçuları) sünnet Hz. Peygamber’in farz veya vâcib olmaksızın dinî hüküm ifade eden söz, fiil ve takrirleridir. Bugün Türkçemizde “şu sünnettir, bu sünnet değildir” ya da “abdestin sünnetleri, namazın sünnetleri” gibi hükümlerle ifade ettiğimiz kavram genellikle bu anlamdadır. Hadis âlimlerine göre ise peygamberlik öncesi dönemi de dâhil olmak üzere Hz. Peygamber’le ilgili her şey sünnet kapsamına girer. Bu durumda dinî bir hüküm ifade etsin ya da etmesin Hz. Peygamber’in söz, fiil ve onayları yanında ahlâkî ve fiziksel özellikleri ile birlikte bütün hayatı ve hayatıyla ilgili ayrıntılar sünnet olmaktadır. Hadisçiler bu anlamda hadis ve sünnet kavramlarını eş anlamlı olarak kullanırlar. Kelamcılara göre ise sünnet, Hz. Peygamber ve ashâbının gittiği, itikad ve amelde tuttuğu yol olup bunun dışına çıkmak bid’at olarak isimlendirilmiş, dolayısıyla Hz. Peygamber ve ashâbının yolundan gidenler, bu yoldan ayrılanlar da ehl-i bid‘at olarak nitelendirilmiştir. Sonuç olarak sünneti Hz. Peygamber’in hayatı boyunca takip ettiği yol ve hayat tarzı, hadisi de bu hayat tarzını bize yazılı, sözlü veya tatbikî olarak ulaştıran haberler şeklinde tanımlamak mümkündür.
Sünnet muhtevası bakımından kavlî sünnet (Hz. Peygamber’in sözleri), fiilî sünnet (davranışları) ve takrirî sünnet (onayları) olmak üzere üçe ayrılır. Hadisler de nispet edildiği kişi yönünden üç kısma ayrılır: Hz. Peygamber’e ait olan hadislere merfû, Hz. Peygamber’i görüp onun sohbetinde bulunan kişiler olarak sahâbeye ait olanlara mevkûf, sahâbeyi görüp onların sohbetinde bulunan tâbiîn ve tâbiîni görüp onların sohbetinde bulunan tebe-i tâbiîne ait olanlara da maktû adı verilir.
Bütün çeşitleriyle hadisin doğruluğu, onu nakleden râvilerin oluşturduğu sened zincirinin ve naklettikleri metnin incelenmesine bağlıdır. Hadisin sadece merfû olduğunun ifade edilmesi ya da bir şeyin sünnet olduğunun söylenmesi, onun Hz. Peygamber’e nispetini ispatlamaya yetmez. Bu nispetin ve değer hükmünün doğruluğunu araştırmak ve ispatlamak için İslâm ulemâsı sahâbe döneminden itibaren Hadis İlmi’ni tesis etmiş ve bir hadisin/sünnetin doğru olup olmadığını tespit için hadis tenkid kriterlerini geliştirmiştir. Hicrî birinci asrın ortalarından itibaren başlayan ve başka milletlerde emsali bulunmayan bu sened ve metin incelemesi faaliyetleri sayesinde hadislerin doğrusu yanlışından ayırt edilmiş ve sahih, hasen, zayıf, mevzû (uydurma) gibi değer hükümleri verilerek tedvîn (derleme) ve tasnîf (konularına göre ayırma) çalışmaları ile kayıt altına alınmıştır.
Hz. Peygamber, diğer bütün peygamberlerde olduğu üzere Allah’tan aldığı ilâhî mesajı insanlara ulaştırmakla görevli olduğu gibi onu uygulamak, açıklamak ve uygulanması için örneklik teşkil etmekle de yükümlü tutulmuştur (Bakara 2/129; Âl-i İmran 3/164; Nahl 16/44; Ahzâb 33/21). O, bu görevlerini hayatı boyunca hakkıyla yerine getirmiş, vefatından sonra da sünneti, Kur’ân-ı Kerim’in hayata nasıl uyarlanacağı konusunda en önemli kaynak olmaya devam etmiştir. Bu bakımdan onu “yaşayan bir Kur’ân” ya da “yürüyen bir Kur’ân” diye nitelemek yanlış olmaz. Nitekim Hz. Peygamber’in ahlâkını soran birine Hz. Âişe “Onun ahlâkı Kur’ân’dan ibaretti” cevabını vermiştir (Müslim, “Mesacid”, 139). Şu hâlde Hz. Peygamber’in sünneti, dinin doğru bir şekilde anlaşılıp pratiğe dökülmesinde kilit bir öneme sahiptir. Ona bu konumu veren de yine ilâhî vahiy olup birçok âyette Hz. Peygamber’e itaat ve itaatin gereği olarak onun yolundan gitme anlamında ittibâ emredilmiştir (Âl-i İmran 3/31, 132; Mâide 5/92; A’râf 7/157-158). Ayrıca Allah’a itaat, Hz. Peygamber’e itaate bağlanmıştır (Nisâ 4/80). Bütün bu ve benzeri ayetler Hz. Peygamber’in ve onun sünnetinin dindeki vazgeçilmez konumunu ortaya koymakta olup dinin Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşanması Hz. Peygamber’in sünnetine bağlanmakla mümkündür.
Sünnetin dindeki bu merkezî konumuna bağlı olarak ilk nesilden itibaren Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim’le birlikte hayatlarını sünnete göre tanzim etme konusunda âzamî gayret göstermişlerdir. Bu bağlamda sünnet insanların kişisel tercihlerini, düşüncelerini, şekil ve öz itibarıyla güncel hayatlarını şekillendirmiş ve yönlendirmiştir. İnsanların sosyal münasebetleri yanında meşrû ve mübah olan isteklerinin tanziminde de etkili olmuş, edebiyat, mimari, kültür ve sanat büyük ölçüde sünnet verileri etrafında şekillenmiştir. Ayrıca sünnet Kur’ân-ı Kerim’deki hükümlerin nasıl uygulanacağını göstermek suretiyle bütün İslâm toplumlarında bir uygulama birliği sağlama konusunda da önemli bir rol oynamıştır. İslâm medeniyetinin maddî ve manevî inşasındaki bu temel konumundan dolayı sünnet İslâm ümmeti tarafından büyük bir itina ile korunmuş ve günümüze sahih bir şekilde ulaşması için gereken bütün vasıtalar kullanılmıştır.
Hadis ve sünnetin koruma altına alınıp günümüze kadar ulaştırılması başlıca dört yolla gerçekleştirilmiştir: Hıfz (ezberleme), müzakere (karşılıklı bilgi alışverişi ve kontrol), amel (uygulama) ve kitâbet (yazma).
Hadis ve sünnetin dindeki yerini ve önemini çok iyi kavramış olan sahâbe nesli Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bütün sözlerini, davranışlarını, tavırlarını, onaylarını ve her türlü talimatını büyük bir dikkatle takip ediyor, bunları öğrenip hafızalarına kaydediyordu. Esasen şifâhî (sözlü) kültürün son derece gelişmiş olduğu Cahiliye döneminde binlerce beyitlik şiirleri ezberleyen insanlardan oluşan ilk neslin, Hz. Peygamber’in hadislerini ezberlemesi hiç de zor olmamıştır. Hz. Peygamber’e itaat ve ittibâyı emreden Kur’ân ayetleri yanında sahâbenin ona duydukları derin muhabbet, onların sünneti öğrenme ve zihinlerine nakşetme konusunda büyük bir motivasyon sağlıyordu.
Aynı şekilde sahâbe hem Hz. Peygamber’den öğrendikleri bilgileri hem de birbirlerinden duydukları hadisleri aralarında müzakere ederek bilgilerini kontrol ediyor ve pekiştiriyorlardı. Sahâbenin sünneti muhafaza konusundaki en güçlü yönlerinden biri de öğrendikleriyle amel etmeleriydi. Sahâbe gerek Kur’ân-ı Kerim ayetleri, gerekse hadis ve sünnet namına öğrendikleriyle amel ettikleri için bu bilgiler hayatlarının bir parçası hâline gelmişti. Böylece onların yaşantısını görenler, Peygamber hayatını yani sünnetin canlı birer örneğini görmekteydiler. Bir bakıma sahâbenin Hz. Peygamber’den görüp duyduklarını yaşamaları sünneti, nakletmeleri ise hadisi meydana getirmekteydi.
Diğer taraftan hadislerin şifâhî yani sözlü olarak korunup ezberlenmesi, müzakere edilmesi ve hayata uygulanması yanında yazılı olarak kayıt altına alınması konusunda daha Hz. Peygamber’in hayatında iken ciddi bir çabanın başladığını söylemek yanlış olmaz. Her ne kadar ilk zamanlarda okuma yazma bilenlerin azlığı ve yazı malzemesinin kıtlığı sebebiyle Kur’ân-ı Kerim âyetleriyle karıştırılmasın diye hadislerin yazımı yasaklanmış ise de karışma ihtimali kalmadığında bizzat Hz. Peygamber tarafından hadis yazımına müsaade edilmiştir. Bu konudaki en meşhur örneklerden biri de Abdullah b. Amr b. el-Âs (r.a.) hadis yazımı için izin istediğinde Hz. Peygamber (s.a.v.) diline işaret ederek “Yaz, canımı elinde tutan Allah’a yemin olsun ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz” buyurarak izin vermiştir (Ebû Dâvûd, “İlim”, 3). Bu ve benzeri izinler sonucunda sahâbeden pek çokları öğrendikleri hadisleri “sahîfe” hâlinde kayıt altına alarak sonraki nesillere miras bırakmıştır. Bunlar arasında yukarıda adı geçen Abdullah b. Amr b. el-Âs’ın “es-Sahîfetü’s-Sâdıka”sı ile en çok hadis nakleden sahâbî Ebû Hureyre’nin “es-Sahîfetü’s-Sahîha”sı meşhurdur.
Hadislerin ezber yanında yazı yoluyla muhafaza altına alınması faaliyeti, sahâbeyi takip eden nesil olan tâbiîn döneminde de artarak devam etmiştir. Hicrî I. (milâdî VII.) yüzyılın ortalarından itibaren İslâm dünyasında baş gösteren siyasi, sosyal ve kültürel ihtilaflar sonucunda hadis uydurma faaliyetlerinin görülmeye başlaması bu süreci hızlandırmış, tâbiîn nesli gerek şifâhî, gerek yazılı ve gerekse fiilî olarak sahâbe neslinde gördükleri sünnet ve hadis birikimini kayıt altına almaya başlamışlardır. Hadisin tedvîni olarak isimlendirilen bu faaliyet dağınık hâlde bulunan hadis malzemesinin kitaplar hâlinde toplanmasından ibaret olup, hemen akabinde, toplanan malzemenin konulara göre düzenlenmesiyle tasnîf faaliyetine dönüşmüştür. Hicrî II. (milâdî VIII.) yüzyılın tamamını kapsayan bu dönemde tâbiîn ve onları takip eden tebe-i tâbiîn nesli, yoğun bir çalışmayla hacimli eserler hâlinde hadis ve sünnete dair ne varsa toplamış, bunları düzenlemiş ve bir taraftan da hadislerin doğruluğunu tespit için hadis tenkid kriterlerini geliştirmişlerdir.
Hadislerin tedvîninde meşhur Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz (ö. 101/719) kritik bir rol oynamış, hadislerin yazıya geçirilmesi için bütün bölgelere talimat göndererek sürece hız ve resmiyet kazandırmıştır. Medineli büyük âlim İbn Şihab ez-Zührî (ö. 124/741) tedvînin öncülerinden olmuş, ardından gelen büyük hadis ve fıkıh âlimleri kaleme aldıkları hadis kitaplarıyla hicrî III. (milâdî IX.) asırdaki büyük hadis külliyatına kaynaklık etmiştir. Bu dönemde konularına göre ilk hadis kaynaklarını yazan ve eserleri günümüze kadar ulaşan âlimler arasında Kitâbü’l-Âsar ile İmam Ebû Hanîfe (ö. 150/767), el-Muvatta ile İmâm Mâlik (ö. 179/795), es-Sünen ile İmâm Şâfiî (ö. 204/819), el-Musannef ile Abdürrezzak b. Hemmâm (ö. 211/827), el-Musannef ile İbn Ebî Şeybe (ö. 235/849) ve el-Müsned ile İmam Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ilk akla gelenlerdir. Bu ve benzeri eserler esas alınarak hicrî III. (milâdî IX.) yüzyılda Buhârî (ö. 256/870) ve Müslim (ö. 261/875) el-Câmiu’s-Sahîh, Ebû Dâvûd (ö. 275/889), Tirmizî (ö. 279/892), İbn Mâce (ö. 273/887) ve Nesâî de (ö. 303/915) es-Sünen adlı meşhur hadis kitaplarını yazdılar. Kütüb-i Sitte olarak isimlendirilen bu altı kitap, hadis ve sünnetin günümüze kadar intikal eden en önemli kaynakları olmuştur. Sonraki asırlarda da hadis ve sünnetin hem tespiti hem yorumlanması hem de muhtelif açılardan tasnif edilip değerlendirilmesi bağlamında pek çok çalışma yapılmış olup İslâm ulemâsının bu konuda ortaya koyduğu literatür muazzam boyutlardadır. Genel itibarıyla Hz. Peygamber’in hayatı demek olan sünnet ve hadis başka hiçbir insana nasip olmayacak derecede en ince ayrıntılarına kadar ilmî usullerle belgelenerek kayıt altına alınmış ve gelecek nesillere miras bırakılmıştır.
Mehmet Özşenel