HAKİKAT (Tasavvuf)

Süleyman ULUDAĞ views11513

Sözlükte gerçek, doğru, sabit, esas ve mahiyet gibi anlamlara gelen hakikat, felsefede, mantıkta, kelâm ve lisan ilimlerinde farklı anlamlarda kullanılır. 

Seyyid Şerîf Cürcânî (ö. 1413), hakikatı kesinlikle sabit olan şey şeklinde tanımlar. Hak aynı anlamda kullanılmakla beraber farklı anlamlarda kullanıldığı da çoktur. Hak, aynı zamanda Allahu Teâlâ’nın isimlerinden bir isimdir. Her şeyi hikmetin gerektirdiği şekilde icat ettiği için Allah’a Hak denilmiştir. Hakikatin mukabili bâtıl, Hakk’ın mukabili dalâlettir. Verilen hükmün vakaya mutabık olmasına Hak dendiği gibi hakikat da denir. İnançta, dinde, mezhepte, fikirde böyle bir mutabakat aranır ve hak din, hak mezhep ve hak yol denir. Hakikat de aynı anlamda kullanılır. Tasavvufta hakikat daha ziyade manevi gerçekleri, melekût âlemindeki varlıkları, ilâhî sır ve hikmetleri anlatmak için kullanılır. Sâlikin yaşadığı manevi his ve heyecanlara, mazhar olduğu keşif ve ilham türü bilgilere de hakikat denir. 

Kur’ân’da Halk-emr, mülk-melekût, şehâdet-gayb gibi iki tür âlemden bahsedilir. (Ra’d suresi, 13/9; Tevbe suresi, 9/109; A’râf suresi, 7/54). Bu iki âlem tasavvuru benzer bir şekilde insanda da devam eder: Beden-ruh gibi. Sufiler daha çok emr, melekût, gayb ve nefs âleminden bahsederken hak, hakikat ve bâtın kelimelerini kullanırlar. Göklere ve yere sığmayan Hak Teâlâ’nın mümin kulunun kalbine sığdığını düşünerek O’nu burada ararlar, gönül âleminde buldukları keşif, ilham gibi bilgilere/marifetlere ilahi sır ve hikmetlere, vecd, cezbe ve benzeri hâllere hakikat derler.

Tasavvufta ilahi hikmet ve sırlara, manevi gerçeklere aşina olanlara hak ehli ve hakikat ehli veya muhakkik denir. Bunlar ilahi hakikati yaşamış, içselleştirmiş ve özümsemiş Hak ile hak olmuş ârifler ve velilerdir. İlahi hakikatlerin sufide gerçekleşmesine ve sufiye yansımasına Tahakkuk, sufinin bunları gerçekleştirmesine tahkik denir. Sufi ehl-i tahakkuk ve ehl-i tahkiktir. Tasavvufun iki boyutundan biri tahakkuktur, yani ilahi sır, marifet ve hikmetlere aşina olmaktır. Bu da ihlaslı bir şekilde Allahu Teâlâ’ya ibadet ve kulluk ederek O’nun yakınlığını kazanmak suretiyle hasıl olur. Diğer boyut tahalluktur. Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak ve vasıfları ile vasıflanmaktır. Bunun için mehâsin-i ahlâk ve mekârim-i ahlâk denilen istikameti, doğruluğu ve dürüstlüğü esas alan güzel ahlâk tasavvufun iki ayağından biri olarak kabul edilmiş, her ahlâkî kurala ve ona tam olarak uymaya hakikat denilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm yer yer gaipten de haber verir (bkz. Âl-i İmrân suresi, 3/44; Hûd suresi, 11/49; Yûsuf suresi, 12/102). Melek, cin, şeytan, semalar, arş, kürsî, cennet ve cehennem gibi hâller gayb âlemi ile ilgili varlıklardır. Müminler bu tür gayb varlıklara iman ederler (Bakara, 2/2). Kimi bunlarla ilgili bilgiye sahiptir, kimi ayrıca bunları görür gibidir, kimi de bunları yaşar. İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakke’l-yakîn bu tür îkân ve yakîn hâlleri ve bilgi dereceleridir. Tekâsür Sûresinde, ilme’l-yakîn bilenler cehennemi mutlaka görürler, buyrulmuştur.

Sufi ve ârifleri Kur’ân’daki gayba ait haberleri bilmeleri onları görür gibi bilmeleri şeklindedir. Ayrıca yüce Allah, rızasını kazanan veli kullarına keşf ve ilham yoluyla gayba ait daha başka bilgiler de ihsan eder. Bazı sufiler tasavvuftan hakikat ilmi şeklinde bahsederler. Bu deyimle Ledün ilmine (Kehf suresi, 18/65) işaret ederler. Hz. Musa şeriat denen genel bir ilme sahipken Hz. Hızır hakikat denilen özel bir bilgiye sahipti. Ve bu iki bilgi zahirde birbirine aykırı görünse de aslında birbiriyle uyumludur. Nitekim Hızır, yaptıklarının sebeplerini açıklayınca Hz. Musa ikna olmuştur.

Haksızlığa uğrayan bir sahabe haksızlık eden kişiyi Hz. Peygambere şikâyet etmişti. Tarafları dinleyen Allah Resûl’ü şikayetçi sahabeyi haklı bulmamıştı. Hâlbuki şikayetçi haklı olduğunu basiret nuruyla bilmişti. Bunun sebebi şikâyetçinin kendisini iyi bir şekilde savunamamasıydı, karşı taraf ise kendini iyi savunmuştu. Şikâyet edilen kişi lehinde hüküm veren Allah Resûlü ona demişti ki: Ben zâhire göre hüküm veriyorum, eğer sen haksız isen benim verdiğim hüküm Allah katında seni kurtarmaz, gider cehennemde yanarsın. Bunun üzerine şikâyet edilen zât, suçunu itiraf etmişti. 

Bazen zâhire göre verilen şer’î bir hüküm hakikati yansıtmayabilir, o zaman vicdan ve insan devreye girer. Hadiste: “fetvayı kalbinden iste!” buyrulmuştur. Bu anlamda hakikat ilmi olan tasavvuf bir vicdan, insaf ve kalp meselesidir. Tasavvufta hak ve hakikat, kalb-i selîmin hükmü ve sesi ile anlaşılır. Bu sese kulak veren kurtuluşa erer. İlk zâhidler ve sufiler genellikle hakikati böyle anlamışlardır. Ma’rûf-ı Kerhî (ö. 815-16?), tasavvufu; hakikatları almak ve insanların elinde ve avucunda bulunan dünyadan el çekmektir, demiştir. Yani tasavvuf hep Hak’tan yana ve de zâhid olmaktır.

Ebû’l-hüseyn en-Nûrî (ö. 908), günümüzdeki en değerli iki şeyden biri ilmiyle amel eden âlim, diğeri hakikati dile getiren âriftir, demiştir. İlâhî hakikatleri içselleştiren ve özümseyen ârif bu hakikatleri yaşar. Hak ile Hak olur, kendinden bahsederken bile muhatabına hiç hissettirmeden ilahi hakikat ve hikmetleri dile getirmiş olur. Zira o bu hakikatlerde fani ve onlarla özdeş olmuştur. Artık ricâlullah ve merd-i Hudâ denilen hakerendir, Allah adamıdır. 

Sufi yazarlar eserlerine hak, hakikat, tahkik, tahakkuk ve ehl-i tahkik gibi kavramlara yer verirler. Dinî ve ahlâkî ıstılahların hakikat ve mahiyetleri üzerine durur. Lafız ve zahirle işe başlar, bâtına geçer, hakikatler üzerinde derinleşirler. Sûfîye-i rüsûm denilen şekilci ve içi boş tasavvuftan uzaklaşıp meselenin özü üzerinde yoğunlaşırlar.

Cebrail hadisi diye bilinen hadiste İslâm’dan, imandan ve ihsandan bahsedilir. Ebû Nasr Serrâc’a (ö. 988) göre İslâm zâhir, iman zâhir ve bâtındır. İhsân ise zâhir ve bâtının hakikatidir. İlim, amel ve ihlas itibarıyla müminler çok farklıdır. Mertebeleri de birbirlerinden farklıdır. Hz. Peygamber Hâzim Ensârî’ye “Her hakkın bir hakikati var, senin imanının hakikati nedir?” diye sormuştu. O da “Dünyadan o kadar koptum ki gözümde altın ile taş arasında fark kalmadı. Adeta Rabb’imin arşını ve cennetlikler ile cehennemlikleri görür gibiyim.” demişti. Bunun üzerine Allah Resûlü: “Marifetin iyi, ona sıkı sarıl!” demişti.

Hz. Hanzele de Allah Resûlü’nün sohbetinde bulunurken cennet ve cehennemi görür gibi olurduk, demiştir. (Müslim, Tevbe, 12) Bu örneklerde olduğu gibi cennet ve cehennemi görür gibi olmak îman ve yakîn hâli ile ilgili bir hakikattir.

Kuşeyrî’ye (ö. 1072) göre şeriat kulluğun gereklerini tam olarak yerine getirmek, hakikat ise Rabb’in tecellilerini temaşa etmektir. Şeriatın teyit etmediği bir hakikat, asla muteber değildir. Hakikatın teyit etmediği şeriat da makbul değildir. Şeriat kulların yükümlülüklerinden, hakikat ise Rabb’in varlıklar üzerindeki tasarrufundan bahseder. Şeriat Hakk’a kulluk etmek, hakikat ise O’nu müşahede etmektir. Fâtiha Sûresi’ndeki “Sadece sana ibadet ederiz.” Cümlesi şeriat, “Sadece senden yardım isteriz” cümlesi hakikattır. 

Abdullah bin Tâhir’e göre şeriat ile hakikat birbiriyle örtüşen ve yekdiğerini tamamlayan iki kavramdır. Şiblî’ye göre üç çeşit dil vardır: İlim dili, hakikat dili, Hakk’ın dili. Büyük sufiler ve ârifler bu dilleri bilirler. Bunlar farklı diller olmakla birlikte aralarında çelişki yoktur, bilakis birbiriyle uyumlu dillerdir. Cebrail hadisinde İslâm-iman-ihsandan bahsedilmesi bunu gösterir. Allah Resûlü sözlerim şeriat, fiillerim tarikat ve hâllerim/müşâhedelerim hakikattir, derken söz konusu hususa işaret etmiştir. 

Sâlik evvela şeriatte öğrenilmesi zorunlu olan bilgileri öğrenir. Sonra tarikatın gerektirdiği amelleri yerine getirirse, harcadığı çaba ve çektiği zahmet nisbetinde kalbinde hakikat nurları parıldamaya başlar. Rahmet, çekilen meşakkate göre olur. Bâyezîd-i Bistâmî’ye bu mertebeye neyle erdin dediklerinde; Boş mide ve çıplak bedenle” demişti. Bu yol zahmetli ve çileli bir yoldur. 

Hakikate ulaşmak için riyazet ve mücahede gereklidir. Hz. Peygamber’in sözünü kabul eden şeriat, yaptığını yapan tarikat, gördüğünü gören (ve müşahede eden) hakikat ehlidir. Kimi bunlardan sadece ilkine, kimi ilk ikisine birden sahiptir, kimi de üçüne birden sahiptir, kimi de hiçbirine sahip değildir. İlk üçüne aynı anda sahip olanlar kâmil mürşittir.  Şeriat tarikat yoldur varana, Hakikat marifet andan içeri (Yunus Emre) mısraları bu kavramları toplamaktadır.

Sûfîler hayatta oldukları müddetçe hakikatin arayışı içinde olurlar. Bir hakikate ulaşınca ondan daha latif, daha nurlu, daha iyi ve daha güzelini arar dururlar ve bunun sonu da yoktur. Onlar denizde inci arayan dalgıçlara benzerler. Daha nitelikli ve parlak hakikat incilerine ulaşmak için deryaların derinliklerine dalarlar. Hakikat incilerinin bir kısmı sabit ve değişmez bir vaziyette iken diğer bazıları çeşitli renklere girebilir, farklı şekillere bürünebilir. Onlar hakiki inci ile sahte olanı yekdiğerinden ayırma konusunda uzmandırlar. Bu yolda hakikat incilerine ulaşmak zordur ama hakikat incisini elde etmekten hâsıl olan zevk de o kadar safalıdır. 

Tasavvufta hakikatlerin hakikati ve Muhammedî hakikat denilen hakikat de önemlidir. Bu husus yaratıkların ve evrenin yaratılışı ile ilgilidir. Sufilere göre Allahu Teâlâ ilk defa Muhammed (a.s.)’ın nurunu yaratmıştır. Diğer şeyleri ise bu nurdan ve bu nur için yaratmıştır. Bu nura kalem, akl-ı evvel, küllî akıl, sevgi şeklindeki belirli (taayyün) isimler verilir. Hz. Peygamber, Habîbullâh’tır, Allah’ın sevgili kuludur, mutlak manada kâmil insandır, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. (Enbiya, 21/107), hakkında: “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım.” denilmiştir.

Hakikat, Hz. Peygamber örnek alınarak dinî ve manevî hayatın en yüksek seviyede yaşanması ve ilahî tecellilerin en güzel ve en anlamlı şekilde yaşanması olarak algılanmış iken mutasavvıf oldukları iddiasıyla ortaya çıkan bazı istismarcılar, sapkınlar, bâhîler ve keyfine düşkünler hakikat mertebesine ulaşanlardan dinî ve şer’î yükümlülüklerin düşeceğini iddia etmişlerdir. Böyle kişilerin hâli Cüneyd-i Bağdâdî’ye sorulunca “Bu korkunç bir laf ve ağır bir vebaldir. Hırsızın ve zina edenin hâli bunların hâlinden daha az kötüdür. Allah hakkında marifet sahibi olan ârifler Allahu Teâlâ’dan aldıkları amelleri işleye işleye ve o ameller içinde kalarak O’na dönmüşlerdir. Bin sene yaşasam bir zerre kadar amel ve ibadetimi eksiltmezdim.” demiştir.

Ebû Ali ed-Dekkâk (ö. 1015), hakikat ilmi şeriatten ayrı bir şeydir, diye hatırımdan bir düşünce geldi, mana âleminden gelen bir ses: Şeriate dayanmayan bir hakikat, küfürdür, dedi ve beni uyardı demiştir. 

Süleyman Uludağ

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi