İslâm’ın devlet anlayışında devlet başkanı için kullanılan unvandır. Hz. Peygamber’den sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eder. Devlet başkanı için kullanılan bu unvan ayrıca tasavvufi anlam da kazanmıştır. Yapılan yorumlarda hilafet-i Rabbanî ve hilafet-i Rahmani ayırımı öne çıkarılmıştır. İlki “manevi taht sahiplerini”, diğeri ise “tahta layık olan adaletle hükmeden sultanı” tanımlamak için kullanılmıştır.
Hz. Peygamber’in biri vahiy yoluyla aldığı Kur’an ayetlerini ve İslâm dininin esaslarını insanlara tebliğ ederek öğretme ve tezkiyesini sağlama; diğeri İslâm’ın ve Kur’an’ın esaslarını bizzat uygulama olmak üzere iki önemli görevi vardı. İkinci görevini yerine getirirken hicretten sonraki dönemde Medine’de kurduğu devletin başkanlığını yaptı. Son peygamber Hz. Muhammed’in (ö. 632) vefatıyla ilk görevi tamamlanıp sona ererken ikinci görevi ise hilâfet kurumuyla sürdü. Kur’an ve hadislerde devlet başkanlığı, bunu üstlenenlerin görev ve sorumlulukları gibi hususlarda detaylı hükümler yer almaz ve bu konuların toplumların gelenek, kültür ve sosyal değerleri ile yakından ilgili olduğu belirtilir. Bundan dolayı siyasi liderliğin Hz. Muhammed’den sonra ilahî tayin veya babadan oğula geçme yoluyla değil, toplumun ortak tercih ve onayıyla gerçekleşeceği konusunda fikir birliği vardır.
İslâm tarihi bakımından birçok yönüyle büyük bir önem taşıyan dört halife döneminde görev yapan halifelerden her birinin hilâfet makamına geliş usulleri farklıdır. Hz. Ebû Bekir (ö. 634) ile Hz. Ali (ö. 661) Medine halkının seçimiyle, Hz. Ömer (ö. 644) halef bırakma suretiyle, Hz. Osman (ö. 656) da şûra yoluyla halife olmuştur. “Halîfetü Resûllillah” (Resûlullah’ın Halifesi) unvanıyla anılan Hz. Ebû Bekir rahatsızlanınca, imamlık görevini bıraktığı Hz. Ömer’i kendisine halef tayin etmeye karar verdi. Hz. Ebû Bekir ile birinci derecede kan bağı bulunmayan Hz. Ömer, 23 Ağustos 634’te vefat eden ilk halifenin yerine Mescid-i Nebevî’de herkesten biat alarak ihtilafsız bir şekilde halife oldu.
“Halîfetü Halifeti Resûlillah” (Resûlullah’ın Halifesi’nin Halifesi) şeklinde hitap edilen ve ileride halife sayısının artmasıyla söz konusu tamlamanın uzayacağı ve halifelerin birbirlerinden ayırt edilemeyeceği endişesiyle “Emirü’l-mü’minîn” (Müminlerin emîri) unvanı da kullanılan Hz. Ömer kendisinden sonraki halifenin belirlenmesini Aşere-i mübeşşereden hayatta olan altı kişilik bir şûra heyetine bıraktı. Sa’d b. Ebû Vakkâs (ö. 675) ile Zübeyr b. Avvâm’ın (ö. 656) da adaylıktan çekilmesinden sonra Hz. Ali ile Hz. Osman’ın aday olarak katıldıkları Mescid-i Nebevî’deki son toplantıda Hz. Osman’da karar kılındı. Hz. Osman’ın şehid edilmesinden (17 Haziran 656) sonra hilâfet problemi yeniden gündeme geldi. Muhacir ve ensar başta olmak üzere Medine’de bulunan herkesin desteğiyle Hz. Ali’ye biat edildi.
Hz. Ali’yi halife olarak tanımayan ve hilâfet konusunda Medine’de alınan biatın tüm İslâm dünyasına şamil olduğu anlayışına da karşı çıkan Muâviye (ö. 680), Hz. Osman’ın akrabası sıfatıyla onun kanını dava etme hakkına sâhip olduğunu söyleyerek Suriye’deki Müslümanlardan biat almaya başladı. Muâviye adına hakem olan Amr b. Âs’ın (ö. 664) Hz. Ali’nin hakemiyle yaptığı görüşmelerden Muâviye’yi tek taraflı olarak halife seçtiğini ilân etmesiyle İslâm dünyası siyasî bakımdan parçalandı, Irak Hz. Ali’nin, Şam da Muâviye’nin kontrolüne girdi. Emevîlerle birlikte hilâfet, veraset kuralını esas alan bir hanedana dönüştürüldü. Halkın yönetiminde Kitap ve sünnetin uygulanmasını esas alan, Hz. Peygamber’in vekili sıfatıyla işgören, devletin menfaatiyle kişisel ve ailevî menfaatlerini birbirinden ayıran muhacir ve ensara dayanan Râşid halifelerin yerini gücü ve asabiyeti esas alarak devleti idare eden halifeler aldı. Dini ikinci plana atan ve yönetimi dünyevî bir mahiyet kazanan devleti hilâfet-saltanat karışımı mutlak-teokratik-irsî bir monarşi ile idare eden ve “Halîfetullâh (Allah’ın halîfesi)”, “halîfetu Rabbi’l-âlemîn (âlemlerin Rabbı’nın halîfesi)”, “emînullah (Allah’ın itimat ettiği)” unvanları kullanan halifeler resmî unvanları bakımından olmasa bile amelî olarak hükümdardı.
Emevîlere karşı yürütülen muhalefet hareketinin lideri İmam Muhammed b. Ali’nin oğlu Ebû’l-Abbas es-Seffâh’a (ö. 754) Kûfe’de biat edilmesiyle Abbasî hilâfeti başladı. Hz. Peygamber’e soyca yakınlıklarını meşruluklarının temel gerekçesi yapan Abbasîler devrinde halife mutlak bir hükümdar, halifelik verasete dayalı bir hükümdarlık şeklinde sürdü; veliahtlık müessesesi de hilâfetin Abbasî ailesinin elinde tutabilmek gayesiyle korundu. Yerlerini aldıkları Emevî halifeleri gibi dünyevî zihniyet ve temayülde oldukları hâlde etrafa karşı dindar ve zâhid görünmeyi ihmal etmeyen Abbâsî halifeleri “Halîfetullâh” veya “Zıllullâh fi’l-arz” unvanlarını kullanarak kudret ve kuvvetlerinin kaynağını ilâhî bir temele dayandırıyorlardı.
Abbasîlerin ilk yıllardan itibaren bir yüzyıl içinde batıda ve doğuda bağımsız veya yarı bağımsız birçok mahallî hanedan ortaya çıktı; 19. yüzyılın ortalarına doğru hilafetin maddî nüfuzu başşehir ve çevresiyle sınırlı hâle geldi. İslâm âleminde fiilî hâkimiyetin Haremeyn’de adına hutbe okunan kimseye ait olduğunu dikkate alan Fâtımîler, Hicaz’a hâkim olduktan sonra siyasî, askerî ve iktisadî faaliyetler ve dâîleri vasıtasıyla Suriye, Kuzey Afrika, Yemen ve Musul’u ele geçirerek hem halifelik alanlarını genişletmek hem de müntesip oldukları Şiî-İsmâilî mezhebini yaymak için harekete geçtiler. Hükümdarlarının ve davetçilerinin bütün çabalarına rağmen İslâm âleminin tamamına hiçbir zaman hâkim olmayı başaramayan Fâtımîler Endülüs Emevî hilâfetinin doğmasına zemin hazırlayan sebeplerden birisini teşkil ettiler.
Endülüs Emevî hükümdarlarından III. Abdurrahman (ö. 961) “emîru’l-mü’minîn” unvanının yanında “en-Nâsır Lidinillah” lakabını alarak kendisini halife ilan etti (929) ve İslâm dünyasında Bağdat, Kahire ve Kurtuba olmak üzere üç hilâfet merkezi ortaya çıktı. Emevî Devleti’nin yıkıldığı 1031’e kadar geçerli olan Endülüs’teki halifelik anlayış ve uygulamasında, halifenin Sünnîlik çerçevesinde din emniyetini sağlama dışında başkaca bir dinî salahiyeti yoktu.
Abbasi hilâfetini takviye eden Selçukluların zayıflaması ile Moğolların ortaya çıkışı yeni siyasi gelişmelerin başlangıcını oluşturdu. Cengiz Han’ın torunlarından Hülâgû (ö. 1265) Bağdat’ı işgal ederek Abbasî hilafetine son verdi (10 Şubat 1258). Bağdat Abbâsî halifeliğinin 656 (1258) yılında Moğol istilasıyla yıkılmasının ardından İslâm âlemi üç yıl halifesiz kaldı. 1260’da Moğol istilâsını durduran Memlük Sultanı Baybars (1260-1277), son Abbasî halifesi Müsta’sım-Billâh’ın amcası Ebû’l-Kâsım Ahmed’i Kahire’ye davet ederek el-Mustansır-Billâh lakabıyla halife ilan etti (9 Haziran 1261). Böylece Abbasî hilâfeti üç yıllık bir aradan sonra yeniden kuruldu ve ismen halife olmakla birlikte gerçekte yetkileri olmayan Mısır Abbasî halifelerinin isimleri sikke ve hutbelerde Memlük sultanları ile birlikte zikir edilmeye başlandı.
İslâmiyet’in geniş bir coğrafyaya yayılması ile birlikte değişik zamanlarda ve yerlerde bazı sultanlar kendi topraklarında halife unvanını kullanmışlardır. Bu anlamıyla hilafet bir hükümranlık ifadesi olarak değerlendirilmiş ve meseleye şer’î bir dayanak bulabilmek için, “Hakka riayetle adaleti yerine getiren ve şeriatı uygulayan sultanlar kendi ülkelerinde halife sıfatını kullanabilirler” şeklinde yorumlar yapılmıştır. Osmanlı sultanları da I. Murad’dan (ö. 1389) itibaren bu geleneğe uyarak halife unvanını kullanmışlardır.
Yavuz Sultan Selim (ö. 1520) döneminde Mısır ve Arap yarımadası Osmanlı hâkimiyetine girince padişah “hâdimü’l-Haremeyni’ş-şerifeyn” unvanına sahip oldu. Mısır’ın fethi üzerine son Abbasi halifesi III. Mütevekkil-Alellah’ın hilafeti Sultan Selim’e bir merasimle devrettiği -dönemin tarihî kaynakları tarafından kesin olarak teyit edilmemiş olmakla birlikte- şeklinde bilgiler vardır. Hicaz ve Mısır’da hâkimiyet kurulmasından sonra yapılan yazışmalarda Osmanlı hükümdarları tabii hak olarak halife unvanını daha güçlü şekilde vurgulamaya başladılar. Kanunî Sultan Süleyman (ö. 1566) zamanında Osmanlı sultanlarının Kureyş soyuna mensup olmamalarının halifelikleri için engel olup olmayacağı konusu İslâm hukukçuları tarafından gündeme getirilmişse de halife olabilmek için Kureyş kabilesinden gelme şartının bulunmadığı ve zamanın imamı olan Sultan Süleyman’ın halifeliğinin meşruiyetinin bütün Müslümanlarca tasdik edildiği hususunda mutabakat ortaya çıktı. Kanûnî ve III. Murad (ö. 1595) tarafından Kuzey Afrika’da hüküm süren Sa’dî sultanlarına gönderilen mektuplarda Osmanlı hilâfetini kabul etmelerinin istenmiş olması bu hususu teyit etmektedir. 1727’de III. Ahmed (ö. 1736), Afgan hükümdarı Eşref Han ile imzaladığı bir antlaşmada kendisini “bütün Müslümanların halifesi” olarak nitelendirdi. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasında da Osmanlı padişahları bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla tanındığı resmen belgelendi. Osmanlılardan ayrılan ilk İslâm toprağı olan ve müstakil hâle gelen Kırım Hanlığı dinî bakımdan hilâfet müessesine bağlılığını sürdürecek ve hutbeler Osmanlı padişahı adına okunacaktı.
Tanzimat Fermanı’yla geleneksel halifelik anlayışında önemli değişiklikler meydana geldi ve hilâfet padişahın sadece Müslümanların reisi olması dolayısıyla dini riyâsete, saltanat ise aynı zamanda gayrimüslimleri de kapsadığı için salt siyasî riyâsete dönüştü. II. Abdülhamid (ö. 1918) hilâfet kurumuna özel bir önem verdi. Osmanlı hilâfetini hem teoride hem de pratikte kuvvetlendirmek için tedbirler aldı. Otuz üç yıllık saltanatı boyunca İslâm dünyasını genel olarak Osmanlı hilâfeti etrafında birleştirmeyi ve ortak bir kamuoyu oluşturmayı başardı. II. Meşrutiyet döneminde hilafetin kazanmış olduğu milletlerarası mahiyet korunmaya çalışılırken, iç siyasetteki konumu ise daraltılmak istendi. Çünkü halifenin millet üstünde değil halifeyi tayin eden milletin onun üzerinde hâkimiyeti vardı ve hükûmet reisi makamında olan halifenin hak ve yetkileri sadece icra ile sınırlıydı. 22 Ağustos 1909 tarihli kanunla halifenin hak ve yetkileri daha da sınırlandırıldı. İttihat ve Terakkî yönetimi, Trablusgarp ile Balkan savaşları esnasında İslâm dünyasından özellikle de Hindistan’dan gelen maddî ve manevi destekleri görünce halifenin ilan edeceği cihâd-ı ekberden fayda umdu.
Ancak İngiltere, Fransa ve Rusya kendi Müslüman sömürgelerinde gereken tedbirleri alıp halkı harekete geçirmesi muhtemel bütün kişi ve kuruluşları tasfiye etti. İngiltere’nin Araplara yönelik çalışmalarının bir sonucu olarak Şerif Hüseyin (ö. 1931) Osmanlı Devleti’ne isyan etti. Şerif Hüseyin’e hilâfet meselesini gündeme getirmemesi ve savaş bitimine bırakmasını tavsiye eden İngilizler, savaştan sonra da İslâm âleminden gelen tepkiler üzerine hilâfet meselesine karışmak istemediklerini bildirdiler. Lozan görüşmelerinde de Şerif Hüseyin’e destek vermediler. Bunda Hindistan’da ortaya çıkan Hindistan Hilâfet Hareketi etkili oldu.
1921 anayasasında muhafaza edilen hilâfet 1 Kasım 1992’de lağvedilen saltanattan ayrıldı. Son padişah VI. Mehmed’in (ö. 1926) 17 Kasım 1922’de İstanbul’dan ayrılması üzerine veliaht Abdülmecid Efendi’den saltanat iddiasında bulunmayacağına dair bir belge alınarak halife ilân edildi. Bütün İslâm halifelerinin haiz olduğu “emîrü’l-mü’minîn” yerine “halîfe-i müslimîn” unvanı verilen yeni halifeye 24 Kasım 1922 günü Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saâdet Dairesi’nde biat edildi. Abdülmecid Efendi’nin (ö. 1944) tartışmalara sebep olan saltanatsız hilâfeti 3 Mart 1924’te halifeliği kaldıran ve Osmanlı hanedanını yurt dışına çıkarmayı öngören 431 sayılı kanunun kabulüne kadar sürdü.
Mustafa Küçükaşçı