Dinî inanış ve yaşayış konusunda hak yola ulaşmayı ifade etmek için hidayet kelimesi kullanılırken hak yoldan ayrılmayı nitelemek için ise dalalet kelimesi kullanılır. Hidayet ve dalalet, İslâm düşüncesinde daha çok irade, kaza ve kader meseleleri ile bağlantılı konular arasında ele alınmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde hidayet ve dalalet kelimeleri sıklıkla geçer. Özellikle Allah’ın kendini hidayet ve dalaletin tek mercisi olarak nitelediği ayetler, konunun nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili tartışmalara da kaynaklık etmektedir. Çoğunlukla Allah’ın dilemesine bağlı kılınan hidayet, “doğru yolu bulması için başkalarına çağrıda bulunmak ve onlara bu yolu tanıtarak hidayetlerine aracı olan vesileler ve rehberler olmak” anlamında Allah dışında başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere ismen semâvî kitaplara, meleklere, yine genel anlamda peygamberlere ve ismen Hz. Muhammed’den (s.a.v.) başka Hz. İbrâhim’e, Dâvûd’a, Mûsâ’ya ve peygamberlerin ümmetlerine de izafe edilmektedir.
Erken devirlerden itibaren İslâm düşüncesinde yaygın bir şekilde tartışılan hidayet-dalalet meselesi aynı zamanda İslâm dairesinin içinde veya dışında olmayı nitelemek için bir ayrım aracı olarak kullanıldığı gibi hidayet üzere veya dalalette olmak, ehl-i sünnet (ana akım, ortodoksi) ve ehl-i bid’at (sapkınlar, heterodoksi) ayrımının da merkezinde yer alır. Mezheplerin tarihî kaynaklarında diğer mezhep ve kişilerden kendi görüş ve çizgisinde olanları hidayet ehli ve dışında olanları ise dalalet ehli olarak niteledikleri görülür. Bu niteleme, sosyal olduğu kadar siyasî çağrışımları da bulunan dinî bir tanımlamanın parçası olmuştur.
İslâm düşüncesinde hidayet ve dalalet meselesi, kulların fiilleri ve kader meselesine bağlı bir problem olarak Allah-insan ilişkisi bağlamında ele alınmıştır. Konuyla ilgili kelam mezheplerinin farklı yaklaşımlar geliştirdikleri görülür. İslâm düşüncesi içerisindeki bu ayrılıklardan önce, genel olarak bütün mezhepler temelde insanların eylemlerinden sorumlu olduklarını, Allah’ın kulları arasında ayrım yapmayacağını ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacağını kabul ederler. Bu noktadaki fikir ayrılıkları daha çok Allah’ın iradesinin etkisinin toplumsal düzeyde mi (ör. peygamber, kitap gönderip göndermeme) yoksa bireysel düzeyde mi olduğuyla ilgilidir.
Bu bağlamda ortaya çıkan temel sorular şunlardır: a) Hidayet ve dalaletin belirleyicisi insanların kendi özgür iradeleri mi yoksa Allah’ın dilemesi midir? b) Allah dışındaki varlıklara hidayet ve dalalet atfedilebilir mi? c) Önceden belirlenmiş bir kader ve son olması, insan özgürlüğüyle nasıl bağdaşır? ç) İnsanlar arasında haksızlık veya zulüm olarak nitelenebilecek bir ayrım yapılmakta mıdır?
Hidayet-dalalet konusunda akıl merkezli bir bakış açısına sahip olan Mu’tezile ve ondan etkilenen Şia’ya göre Allah, adaleti gereği hidayet ve dalaleti kulun seçimlerine bırakmıştır. Allah, peygamberler ve kitaplarla insanlara doğruyu ve yanlışı göstermiştir. Bunun ötesinde Allah’ın kişiyi hidayete erdirmek veya doğru yoldan saptırmak gibi bir tasarrufu söz konusu değildir. İnsan iradesini tamamen yok sayan Cebriye, hidayet ve dalaleti nasların zahirine göre kula değil, Allah’a nispet ederken Selefiye, hidayeti Allah’ın lütuf ve yardımına, dalaleti ise bu yardımın yokluğuna bağlar.
Ehl-i sünnetin iki önemli ekolü olan Eş’arîler ve Mâtürîdîler hidayet ve dalalet konusunda ilahî kudretle insan iradesi arasında dengeli bir yaklaşım sergilemişlerdir. Meseleye Allah’ın kudreti merkezli yaklaşan Eş’arîler, hidayet ve dalaletin yaratılması ve belirlenmesi noktasında ilahî iradenin etkisine geniş yer ayırırlar. Fakat bunu cebrî bir anlayışla yapmazlar. Kulun hidayet ve dalalet yönündeki özgür tercihinin bu belirlemeye etki ettiği kanaatindedirler. Mâtürîdîler ise meseleye Allah’ın hikmeti merkezli yaklaştıkları için daha çok, insanın sorumluluğunu esas alırlar. Buna göre hidayet ve dalalet Allah’ın yaratması, kulun irade etmesi sonucu gerçekleşir. Hidayette Allah’ın lütfu, dalalette Allah’ın adaleti vardır. Allah ezelî ilmine göre kulun tercihine binaen hidayet ve dalaleti yaratır. Burada esas belirleyici, kulun hür iradesidir. Ehl-i sünnet; ilahî kudretle insan iradesine yönelik bu dengeli yaklaşımıyla bir taraftan Allah’ın insan hayatına etkisini yok saymaktan kaçınmış, diğer taraftan insan özgürlüğünü ortadan kaldıran ve cebrî bir işleyişe varan çıkarımlardan uzak durmuştur. Ayet ve hadislerin bütüncül okunmasıyla da örtüşen bu görüşün yansıması olarak İslâm düşüncesinde kulun özgür seçimine bağlı bir tercihin söz konusu olduğu sonucunu çıkaran bu genel kabul öne çıkmıştır. Peygamber ve kitap göndermenin yanı sıra insana verilen akıl ve temyiz gücü, insan sorumluluğunun ve aynı zamanda özgürlüğünün temeli olarak kabul edilmiştir. Bu itibarla Allah’ın âlemle ve insanla olan ilişkisini sınırlayan ve insanı bütün kararların ve süreçlerin merkezine yerleştiren anlayışa da mesafeli olunmuştur.
Rıdvan Özdinç