HİLÂFET

Casim AVCI views22263

 

Kelime anlamı “birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak (halef olmak), birine vekâlet etmek, temsil etmek” olan hilâfet, terim olarak Hz. Peygamber’den sonra onun siyasî-idari görevlerini üstlenen devlet başkanlığı kurumunu ifade eder. İslâm kültüründe meşru devlet başkanına halife veya imam denilmektedir. Hz. Ömer (ö. 644) döneminden itibaren halife için “emîru’l-mü’minîn” unvanı da kullanılmaktadır.

Devlet başkanlığı için hilâfetten başka imâmet ifadesi de kullanılır. Devlet başkanına Hz. Peygamber’in vekili olarak toplumu yönettiği için halife; önder ve lider olduğu için de “imâm” denilmektedir. Devlet başkanlığı anlamındaki imâmeti, namaz imamlığından ayırmak için birincisine “imâmet-i kübra” da denilir.

Kur’ân-ı Kerim’de hilâfet kelimesi geçmez. Halife ve çoğulu olan hulefâ veya halâif kelimeleri de devlet başkanı anlamında değil, sözlük anlamıyla birçok ayette kullanılarak insanın, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğu vurgulanır (Bakara 2/30; En‘âm 6/165; A‘râf 7/69,74). İlgili ayetlerden insanın hak ve adaleti gerçekleştirmek, yararlı ve iyi işler yapmak üzere ağır bir sorumluluk yüklenerek yeryüzüne gönderildiği anlaşılmaktadır. İnsanın yeryüzünde en şerefli varlık (eşref-i mahlûkât) sayılması da bununla ilgilidir.

Hadis kaynaklarında hilâfet kelimesinin yanı sıra halîfe, imâm ve emîr ifadeleri tekil veya çoğul (hulefâ, e’imme, ümerâ) şekliyle devlet başkanı, yönetici ve lider anlamında kullanılır. Bu rivayetlerde adil devlet başkanı övülüp onun Allah tarafından en çok sevilen ve Allah’a en yakın kişi olduğu, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet günü Allah tarafından gölgelendirilmek suretiyle mükafatlandırılacağı, buna karşılık zalim devlet başkanının da Allah’a en uzak ve onun en sevmediği kişi olduğu belirtilmektedir. Ayrıca devlet başkanının tıpkı bir çoban gibi emri altındakilerin sorumluluğunu taşıdığı, onun bir koruyucu olduğu ve İslâm’a aykırı bir hususu emretmediği sürece kendisine itaat etmek gerektiği ifade edilir (Buhârî, “Cihâd 108-109, 164; Müslim, “Zekât”, 91; Tirmizî, “Ahkâm”, 4).

Müslüman toplumlarda hilâfet makamındaki kişiye “halîfetü Resûlillâh” (Resûlullah’ın halifesi) da denilir. Bunun sebebi halifenin peygamberlik görevi hariç Hz. Peygamber’in yerine geçerek onun dünyevi otoritesini temsil etmesi, yeryüzünde dinin hükümlerini uygulamak, dünya işlerini düzene sokmak üzere Allah’ın yeryüzündeki hakimiyetini veya bütün mü’minlere ait olan hilâfet ve yetkiyi temsil etmesi gibi hususlardır.

İslâm tarihinde halîfelik müessesesi, Hz. Peygamber’in vefatının ardından Hz. Ebû Bekir’e (ö. 634) biat edilmesiyle başlamıştır. Hz. Peygamber kendisinden sonra kimin halife olacağına dair herhangi bir kanaat belirtmemiş ve onun bu tutumuyla devlet başkanının tespiti hususu Müslümanlara havale edilmiştir. Hz. Peygamber’in vefatıyla sarsılan sahabîler İslâm toplumunun birliğinin bozulmaması, işlerin dirlik ve düzen içerisinde yürütülmesi için bir lidere ihtiyaç bulunduğunun bilincinde idiler. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından Benî Sâide kabilesinin çardağında toplanan ensar ve muhacirler adına yapılan karşılıklı konuşma ve tartışmalardan sonra en uygun aday olarak Hz. Peygamber ve sahabîler nazarındaki yeri dikkate alınarak Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine karar verildi. Orada bulunanların biat etmesinden sonra Mescid-i Nebevî’ye giden Hz. Ebû Bekir, burada Medinelilerden umumi biat alarak ilk halife oldu.

Vefatından önce rahatsızlığı döneminde Hz. Ebû Bekir bazı sahabîlerin de görüşlerini alarak kendisinden sonra Hz. Ömer’in halîfe olmasını vasiyet etti (istihlâf). Hz. Ömer (634-644) kendisinden sonraki halifeyi şahsen belirlemeyip seçimi altı kişilik bir şûra heyetine bıraktı. Şûra üyeleri yaptıkları müzakereler sonucunda kendi aralarından Hz. Osman’ı (644-656) halife olarak seçti, ardından da halkın biatı alındı. Bu uygulama daha sonra teşekkül edecek olan hilâfet nazariyelerinde halifenin meşruiyet kazanması için “ehü’l-hal ve’l-akd” (devlet başkanını seçmek ve gerektiğinde azletmekle yetkili heyet) tarafından seçilmesi ilkesine temel teşkil etmiştir. Hz. Osman’ın şehit edilmesi üzerine isyancıların ısrarı neticesinde Hz. Ali’ye (ö. 661) biat edildi. Ancak Hz. Ali’nin (656-661) görevden aldığı Suriye valisi Muâviye b. Ebû Süfyân onun halifeliğini tanımadı ve özellikle Sıffîn Savaşı’nın ardından halifelik iddiasında bulundu. Hz. Ali’nin Kûfe’de Hâricî İbn Mülcem tarafından şehit edilmesiyle oğlu Hz. Hasan’a ( ö. 670) biat edildi. Ancak Hz. Hasan, halifelik iddiasında bulunan Muâviye b. Ebû Süfyân’ın baskıları sonucu Müslümanlar arasında yeni bir iç savaşın da önüne geçmek amacıyla halifelikten çekildi ve Muâviye’ye devretti (41/661). Muâviye’nin (661-680), ölümünden önce oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi ve bu hususta biat alması ile veraset (babadan oğula geçiş) sistemi ortaya çıkmış; diğer bir ifadeyle hilâfet, saltanata dönüşmüş oldu.

Doksan yıl hüküm süren (661-750) Emevîler’i ihtilalle yıkarak iktidara gelen Abbâsîler de saltanat usulünü devam ettirdiler. 750-1258 yılları arasında yaklaşık beş asır devam eden Abbâsîler döneminde rakip halifelikler kuruldu. Önce Kuzey Afrika’da, ardından Mısır’da hüküm süren Şiî Fâtımîler (909-1171) ve Endülüs’te III. Abdurrahman tarafından başlatılan Endülüs Emevî Halifeliği (929-1031) dikkate alındığında İslâm dünyasında aynı anda üç halifenin varlığı söz konusu olmuştur. Ayrıca Abbâsî halifesinin manevi otoritesini tanımakla birlikte askerî-siyasî açıdan bağımsız çok sayıda devlet de ortaya çıktı. 334 (945) yılında Şiî Büveyhîler’in Bağdat’ı işgal etmesi üzerine Abbâsî hilâfeti bütün siyasî ve askerî gücünü kaybederek sembolik bir makama dönüşmeye başladı. Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’in 447 (1055) yılında Bağdat’a girerek Büveyhî hakimiyetine son vermesiyle Abbâsî hilâfeti bu defa da Selçuklu hakimiyetine girmiş, hilâfet makamının itibarı ve nüfuzu bir ölçüde artmakla beraber eski siyasî güç ve yetkileri geri gelmemiştir. Abbâsî Devleti’nin 1258 yılında Moğol istilası sonucu yıkılmasından birkaç yıl sonra Memlükler’in (1250-1517) hakimiyetindeki Mısır’da kurulan Abbâsî halifeliği de Memlük hükümdarlarının etkisi ve gölgesi altında sembolik mahiyette kalmıştır.

İslâmiyetin geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte değişik zamanlarda ve yerlerde bazı sultanlar kendi topraklarında fiilî olarak halife unvanını kullanmışlardır. Osmanlı sultanları da I. Murad’dan (ö. 1389) itibaren bu geleneğe uyarak halife unvanını kullanmışlardır. Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır ve Arap Yarımadası’nın Osmanlı hakimiyetine girmesi ve hilâfetin Osmanlı Devleti’ne geçmesiyle birlikte o döneme kadar riayet edilen “halifenin Kureyş kabilesine mensup olması” şartı etrafında ciddi tartışmalar yaşanmış ve Osmanlı sultanları tarafından bu konuya dair çok sayıda risale yazdırılmıştır. Bu risalelerde İbn Haldûn’un (ö. 1406) dediği gibi Kureyşlilik şartının mutlak olmaktan ziyade Müslümanlar arasından güç ve itibar sahibi, liderlik yapabilecek bir topluluğun hilâfeti üstlenebileceği, hilâfette Kureyşlilik şartının bulunmadığı veya ilgili hadislerin de Kureyş’in o günkü konumunu yansıttığı, yani vakıayı tasvir kabilinden olduğu gibi görüşler ileri sürülmüştür. II. Abdülhamid (ö. 1918), Avrupa devletlerine ve Rusya’ya karşı verdiği mücadelede, karşı propagandalara rağmen otuz üç yıllık saltanatı boyunca İslâm dünyasını Osmanlı hilâfeti etrafında birleştirmeyi başarmıştır. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasıyla sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu’da kurulan yeni hükûmet Kurtuluş Savaşı’nın ardından önce saltanatı hilâfetten ayırarak kaldırdı (1 Kasım 1922). Cumhuriyetin ilânından (29 Ekim 1923) sonra da meclise sevkedilen bir kanunla hilâfetin kaldırıldığı ilân edildi. (3 Mart 1924).

Hilâfetin kaldırılması Hindistan, Mısır ve Uzakdoğu başta olmak üzere İslâm aleminde büyük bir şaşkınlık ve tepkiyle karşılandı; bu kurumun gerek dinî ve gerekse siyasî mülahazalarla devam etmesi gerektiği belirtilerek alternatif arayışlara girildi. Halife adayı olarak o sırada sürgünde bulunan Vahdeddin ve son halife Abdülmecid Efendi yanında Fas’tan Afganistan’a, Mısır’dan Hindistan’a İslâm aleminin çeşitli bölgelerinden önemli görülen isimler ileri sürüldü. Özellikle 1926 yılında Mısır kralı Fuad’ın kendisini halife ilân ettirmek amacıyla Kahire’de düzenlediği kongre ve 1931 yılında Abdülmecid Efendi’nin de katıldığı Kudüs kongresinden bir sonuç elde edilemedi.

Tarih boyunca hilâfet genel itibarıyla Müslümanların birlik ve beraberlik içinde yaşadığı, İslâm topraklarının tamamına olmasa da önemli bir kısmına hükmeden büyük devletler tarafından temsil edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra güçlü bir İslâm devletinin ortaya çıkmaması ve Müslümanların birçok küçük devlete bölünmüş olması dolayısıyla günümüzde fiilen bulunmayan ve İslâm âleminin gündemindeki ağırlıklı yerini kaybeden hilâfet kurumu daha çok idealist aydınlar ve muhafazakâr halk kesimleri tarafından Müslümanların birliğine duyulan özlemin bir yansıması olarak dinî ya da siyasî nedenlerle önemsenmeye devam edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde devlet yönetimiyle ilgili belirli bir sistem üzerinde durulmadığı gibi devlet başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, devlet başkanının görev ve sorumlulukları vs. hususlarda ayrıntılı hükümler yer almaz. Buna karşılık çok sayıda ayet ve hadiste hakka ve adalete bağlı olma, meşveret (istişare) ile iş görme, zulüm ve haksızlığı önleme, görevlendirmelerde ehliyet ve liyakatı gözetme, İslâm’ın emir ve kurallarına uygun davranma ve onları uygulamada birlik ve bütünlükten ayrılmama gibi kamu yönetimini de ilgilendiren genel ilkelere vurgu yapılır. Dolayısıyla Müslümanların yönetim şeklinin nasıl olacağı ve hakimiyetin nasıl kullanılacağı hususlarında bu genel ilkelerle birlikte siyasal ve toplumsal şart ve imkânları da dikkate almak suretiyle hareket etmeleri beklenir. 

Casim Avcı

Kaynakça

Ahmed Ramadân Ahmed. el-Hilâfe fil-hadârati’l-İslâmiyye. Cidde: Dâru’l-Beyâni’l-Arabî, 1403/1983. 

Akyüz, Vecdi. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1991.

Avcı, Casim ve Azmi Özcan. “Hilâfet.” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi XVII içinde. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1998. 539-553.

Enver er-Rifâî. el-İslâm fî hadâretihi ve nüzumih. Dimaşk: Dâru’l-Fikr, 1406/1986.

Hamidullah, Muhammed. İslâm’da Devlet İdaresi. Çev.Kemal Kuşçu. İstanbul: Ahmed Said Matbaası, 1963.

Hasan İbrahim Hasan ve Ali İbrahim Hasan. en-Nüzumü’l-İslâmiyye Kahire: Mektebetü’n-Nahdati’l-Mısriyye. ts.

“Hilâfet.” içinde Temel İslam Ansiklopedisi, III içinde. Yay. Haz. Tuncay Başoğlu. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı İSAM Yayınları, 2019. 516-521.

İbn Haldûn. Mukaddime. Çev. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1982. 

İbn Hişâm. es-Sîretü’n-Nebeviyye. Yay. Haz. Mustafa es-Sekâ vd. Kahire: Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1955.

Karaman, Hayreddin. Mukayeseli İslâm Hukuku. İstanbul: Nesil Yayınları, 1996.

Mâverdî. el-Ahkâmü’s-sultâniyye. Yay. Haz. Ahmed Mübârek el-Bağdâdî. Kuveyt: Dâru İbn Kuteybe, 1409/1989.

Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi. Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Eser Kitabevi, 1982. 

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi