HUKUK DEVLETİ

Ergun ÖZBUDUN views7379

Devletin bütün işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu ve bu bağlılığın, bağımsız yargı mercileri tarafından denetlenebildiği bir devlet düzeni anlamına gelir. Bu anlamda hukuk devleti, keyfî yönetimin ya da polis devletinin karşıtı olmakla birlikte yukarıdaki tanım, gene de hukuk devletinin çağdaş demokrasilerde taşıdığı anlamı ifade etmek bakımından yetersizdir. Çünkü kanunların kendisi hukukun genel ilkelerine, insan haklarına, adalet duygusuna aykırı oldukları takdirde bu kanunlara titizlikle uyulması, elbette çağdaş anlamda bir hukuk devleti yaratamaz. Böyle bir sistem, hukuk devleti değil ancak “kanun devleti” olarak nitelendirilebilir. Nitekim birçok otoriter ve totaliter devletin de kanun devleti niteliği taşıdığı söylenebilir. 

Dolayısıyla çağdaş demokratik anlamında hukuk devletini, sadece biçimsel unsurlarıyla değil, aynı zamanda özsel unsurlarıyla da tanımlamak gerekir. Bu öz de insan haklarına ya da Alman Anayasası’nın değiştirilemez hükümleri arasında zikrettiği “insan haysiyetine saygı”dır. Nitekim Türk Anayasa Mahkemesi de hukuk devletini bu geniş ya da özsel anlamında tanımlamıştır. Mahkemenin 2013 yılında verdiği bir karara göre, “Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasa’ya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlettir. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle, kanun koyucunun hukukî düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir”. Benzer şekilde, Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu da (2011) hukuk devletinin unsurları arasında, insan haklarına saygıyı ve ayrımcılık yasağını da zikretmiştir. Bu anlamda hukuk devletinin, çağdaş demokrasilerin ve anayasalcılığın zorunlu bir unsuru olduğunda şüphe yoktur. Çünkü gerek hukuk devletinin gerek anayasalcılığın temel amacı, birey hürriyetlerini devletin sınırsız ve keyfî iktidarına karşı korumaktır.

Hukuk devleti, devletin bütün eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına uygunluğu olarak tanımlandığına göre, bunun hem yasama hem yürütme işlemlerini kapsamasının gerekli olup olmadığı tartışılabilir. İdari işlemlerin kanunlara uygunluğunun yargısal denetimi, kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetiminden çok daha önce yaygınlaşmıştır. Fransa’da idari işlemlerin kanunlara uygunluğunu denetleyecek yargısal bir merci olarak Devlet Şûrası’nın kurulması, 19. yüzyıl başlarına, İmparator Napoléon Bonaparte (ö. 1821) dönemine kadar çıkmaktadır. Osmanlı Devleti de Fransa modelinden esinlenerek Tanzimat Dönemi’nde Şûra-yı Devlet’i (bugünkü Danıştay) kurmuştur. Anglo-Sakson hukuk kültürüne bağlı ülkeler ise bu ikili yargı sistemini benimsememişler, idare ile birey arasındaki uyuşmazlıkların çözümünü de genel adlî mahkemelere bırakmıştır (yargı birliği sistemi). Hukuk devletinin bütün gereklerine titizlikle uyulması şartıyla bu iki sistemden birinin ya da ötekinin daha üstün olduğunu söylemek güçtür.

Kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimi ise Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin 1803 tarihli “Marbury vs. Madison” kararıyla başlamış, fakat bu sistemin Avrupa’ya ulaşması, iki yüzyıldan fazla bir süre almıştır. Bunda, Avrupa’ya hâkim olan, kanunların millî iradenin ya da genel iradenin ürünü olduğu anlayışı etkili olmuştur. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimi sadece Avusturya, Çekoslovakya ve İspanya Cumhuriyeti gibi sayılı Avrupa ülkelerinde ve kısa süre için yürürlükte kalmıştır. Avrupa’da anayasa yargısı ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında, totaliter diktatörlüklerden büyük acılar çekmiş olan Almanya ve İtalya’nın, yeni demokratik anayasalarında güçlü anayasa mahkemeleri kurmalarıyla kök salmaya başlamıştır. Fransa, 1958 Beşinci Cumhuriyet Anayasasıyla, Türkiye ise 1961 Anayasasıyla bu ülkelere katılmıştır. Ancak anayasa yargısının tam anlamıyla yaygınlaşması, Samuel Huntington’ın “demokratikleşmenin üçüncü dalgası” adını verdiği ve 1974 Portekiz Devrimi’nden başlattığı dönemde gerçekleşmiştir. Bu dönemde ilkin üç Güney Avrupa ülkesi (İspanya, Portekiz, Yunanistan), daha sonra da Sovyet İmparatorluğu’nun dağılmasıyla demokrasiye geçen Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, istisnasız olarak anayasa yargısını benimsemişlerdir. 

Öte yandan yazılı bir anayasaya sahip olmayan İngiltere, Yeni Zelanda ve İsrail gibi ülkelerde anayasa yargısının mantıken mümkün olmayacağı açıktır. Ayrıca yazılı ve katı anayasalara; yüksek standartta istikrarlı demokrasilere sahip olmalarına rağmen, anayasa yargısına yer vermeyen Finlandiya, İsveç, Hollanda, İsviçre, Lüksemburg gibi ülkeleri de bu listeye eklemek gerekir. Bu ülkelerin hukuk devleti olma niteliğinden elbette şüphe edilemez. Dolayısıyla anayasa yargısının, hukuk devletinin zorunlu olmasa da gittikçe yaygınlaşan önemli bir unsuru olduğu sonucuna varılabilir.

Hukuk devletinin amacı, insanın en temel ihtiyaçlarından biri olan hukuk güvenliğini ya da hukukî öngörülebilirliği korumaktır. Hukuk devletinin bütün unsurları, bu amacın gerçekleştirilmesine yöneliktir. Anayasa hukukunun ve ceza hukukunun temel ilkeleri de olan bu unsurlar, kanunların kesin, açık ve öngörülebilir olmaları; kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi; adil yargılanma hakkı; kanunî (tabiî) hâkim güvencesi; ceza sorumluluğunun şahsîliği; idari ve yargısal kararlara karşı etkili başvuru yollarının varlığı; suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimsenin suçlu sayılamaması (masumiyet karinesi); suç ve cezaların geçmişe yürütülememesi ve belki de en önemlisi, yargının bağımsızlığıdır. Bu ilkeler, pek çok demokratik ülkelerin anayasalarında olduğu gibi, T.C. Anayasası’nda da düzenlenerek anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. Hatta Anayasamızın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddelerine göre, masumiyet karinesi ile suç ve cezaların geriye yürütülemeyeceği ilkesi, olağanüstü hâllerde dahi dokunulamayacak haklar arasında yer almaktadır.

Şüphesiz bütün bu güvencelerin pratikte değer taşıması, yargının siyasal organlar karşısındaki bağımsızlığına bağlıdır. Yargının bağımsızlığı kavramı, bir yandan yargının kurumsal bağımsızlığını, bir yandan da hâkimlerin bireysel bağımsızlığını ifade etmektedir. Kurumsal bağımsızlık, mahkemelerin yasama ve/veya yürütme organlarından emir ve talimat almamaları, kararlarının bu organların onayına tabi olmaması ve bu kararların yerine getirilmesinin sözü geçen organlar tarafından engellenememesi veya geciktirilememesi anlamına gelir. Yargının kurumsal bağımsızlığı elbette büyük önem taşımakla birlikte, bu hâkimlerin bireysel bağımsızlığı ya da hâkimlik teminatı ile tamamlanmadığı takdirde pratikteki anlamını tümüyle yitirebilir. Hâkimlik teminatı ise hâkimlerin tayin, terfi, nakil, disiplin soruşturmaları ve görevden uzaklaştırma gibi tüm özlük işlerinin, siyasî makamların etkisinden uzak olarak yürütülmesi anlamına gelmektedir. Bu iki kavram arasındaki farklılığın çarpıcı bir örneği, Türkiye’nin 1924 Anayasası’nda görülmektedir. Bu Anayasanın 54’üncü maddesine göre, “Hâkimler bilcümle davaların muhakemesinde müstakil ve her türlü müdahâlattan âzâde olup ancak kanunun hükmüne tabidirler. Mahkemelerin mukarrerâtını Türkiye Büyük Millet Meclisi ve İcrâ Vekilleri Heyeti hiçbir veçhile tebdil ve tağyir ve tehir ve infaz-ı ahkâmına mümanâat edemez.” Anayasa, bu hükmüyle yargının kurumsal bağımsızlığını güçlü ifadelerle ilân etmiş olduğu hâlde, 55 ve 56. maddeleriyle, hâkimlerin özlük işlerinin düzenlenmesini olağan kanunlara bırakmış, dolayısıyla 1961 Anayasasına gelinceye kadar yargı bağımsızlığı gerçekleşmemiştir.

Hâkimlik teminatının sağlanması amacıyla son yıllarda gitgide yaygınlaşan bir yöntem, hâkimlerin özlük işlerinin siyasî otoritelerden bağımsız ve üyelerinin çoğunluğu ya da en azından önemli bir bölümü kendi eşitleri arasından seçilen hâkimlerden oluşan yüksek yargı konseyleri tarafından yürütülmesidir. Venedik Komisyonu’nun tespitlerine göre, 2007 yılında 28 Avrupa ülkesi bu tür yüksek yargı konseyleri kurmuştur (Venice Commission, 2007; Venice Commission, 2010). Her hâlükârda, hâkimlik teminatının bulunması, yargının bağımsızlığının, dolayısıyla hukuk devletinin gerekliliklerindendir.

Ergun Özbudun

Kaynakça

Erdoğan, Mustafa. Anayasal Demokrasi. Ankara: Siyasal Kitabevi, 2010. 

Friedrich, Carl J. Sınırlı Devlet. Çev. Mehmet Turhan. Ankara: Gündoğan Yayınları, 1999. 

Gözler, Kemal. Türk Anayasa Hukuku. Bursa: Ekin Yayınları, 2018.

Özbudun, Ergun. Türk Anayasa Hukuku. Ankara: Yetkin Yayınevi, 2019. 

Özbudun, Ergun. Anayasalcılık ve Demokrasi. Ankara: Yetkin Yayınevi, 2020.

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi