İnşacılık, 90’lı yıllara kadar uluslararası ilişkilerde hâkim konumda olan (neo)realist ve liberal kuramlara bir tepki olarak ortaya çıkan; (neo)realizm ile liberalizmden farklı olarak sosyal dünyanın oluşumunda ve devletlerin davranışlarında normlara, değerlere, kimliklere ve söylemlere önemli rol atfeden bir uluslararası ilişkiler kuramıdır. Bu kuramsal çerçeveden bakıldığında devletler de aynı insanlar gibi, sosyal ortamlarından ve o ortama ait anlam sistemlerinden bağımsız olarak hareket etmez. Bu bağlamda inşacılık yaklaşımı, realizm ve liberalizmde esas olan devletlerin stratejik tercihler güden rasyonel ve çıkar odaklı aktörler olduğu varsayımını kabul etmez. İnşacılığa göre devletler de sosyal olarak inşa edilir ve bu çerçevede devletlerin çıkarları da kimlik algıları, normlar ve değerlerle birlikte şekillenir.
İnşacı çalışmaların birçoğunda kimlik kavramı merkezî önem taşır. İnşacılara göre kimlikler sabit ve değişmez değildir, toplumların nesnel olarak tanımlanabilecek özelliklerine de indirgenemez. Kimlikler sürekli olarak siyasî aktörlerin etkileşimleri aracılığıyla sosyal olarak inşa ve müzakere edilir. İnşacı yaklaşımlar, kimliğin ırk, etnisite, tarih ve kültür gibi nesnelleştirilen özelliklerden tamamen ayrıştırılabileceğini öne sürmez ancak kimliğin, benliğin diğerleri tarafından tanınan bir sunumu olduğu ve kimliklerin inşasında kullanılan nesnelleştirilmiş özelliklerin anlam ve önemlerinin siyasî aktörler arasında sürekli olarak çekişmeli bir müzakereye maruz kaldığını vurgular. İnşacı yaklaşımlarda anlam ve anlam sistemlerine verilen önem, bu yaklaşımı benimseyen birçok ampirik çalışmada aktörlerin siyasî kararlara atfettiği anlamlar üzerine çalışılmasını beraberinde getirir. Siyasî kararların çeşitli aktörler tarafından ne şekilde açıklandığı, meşrulaştırıldığı ve tartışıldığı inşacı analizlerde öne çıkar.Ancak inşacı yaklaşımların kendi aralarında da önemli kuramsal farklar bulunmakta, bu fark da bu yaklaşımlarda en çok sosyal gerçeklik ile kimlikler, fikirler, normlar, değerler ve söylemler arasındaki ilişkiye olan farklı bakış açılarından kaynaklanmaktadır. İnce, zayıf ya da liberal inşacılık olarak nitelendirilen birinci grup inşacı yaklaşımları, rasyonalizmle daha uyumlu olan açıklayıcı teoriler olarak tanımlamak mümkündür. Söz konusu yaklaşımlar kimliklerin, normların, değerlerin, fikirlerin ve söylemlerin devletlerin çıkarlarını şekillendirerek onların davranışlarını etkilediğini iddia eder. Bunu yaparken de çoğunlukla devletlerin davranışlarını açıklamakta kullanılan norm ve kimlik temelli argümanları aynı davranışları açıklamakta kullanılan çıkar eksenli argümanlarla karşılaştırarak çıkar temelli argümanların incelenmekte olan devlet davranışlarını açıklamakta yetersiz kaldığını gösterir.
Postyapısalcılık olarak da bilinen; kalın, radikal ya da eleştirel inşacı yaklaşımlar olarak da nitelendirilen ikinci grup inşacı kuramlar ise açıklayıcılık iddiasından uzak durarak algılanan sosyal gerçekliğin nasıl mümkün kılındığı sorusuna odaklanır. Bu yaklaşımlar uyarınca sosyal gerçeklik ancak söylem aracılığıyla inşa edilebilir; sosyal gerçekliğin söylemden bağımsız olarak var olabilmesi mümkün değildir. Bu nedenle kimlik, normlar, fikirler ve değerler gibi faktörler devlet politikalarına bağımsız etkide bulunan değişkenler olarak ele alınamaz. Dış politikanın kendisi söylemsel bir pratik olarak, devletler arası ilişkisel kimlikler inşa ederek bazı politikaları mümkün, diğerlerini ise imkânsız kılar. Söz konusu yaklaşımlarda güç kavramı da önemli bir rol oynar. Bu yaklaşımlarda güç, söylem ile yakından ilişkilidir. Söylemin eleştirel bir açıdan incelenmesi, uluslararası ilişkilerde kabul gören anlam yapılarının hiyerarşileri ne şekilde meşrulaştırdığını ve farklı politika alternatiflerinin dışlanmasına nasıl hizmet ettiğini göstermesi açısından önemlidir.
İnşacılığın uluslararası ilişkiler disiplinine ilk girişi 1980’li yıllarda olmuştur. Postyapısalcı akımlara yakın duran bu erken dönem çalışmaların ana çıkış noktası, 1970’lerin sonunda Kenneth Waltz’un önderliğinde uluslararası ilişkiler disiplininde hâkim bir yer edinmiş olan pozitivist ve nedensellik temelli epistemolojinin ve tarihsel bağlamdan bağımsız yapısalcılığın sorgulanmasıdır. Bu alandaki ilk ve en temel katkılar, realist ve neorealist teorilerin dayandığı temel kavramları sorunsallaştırarak bu kavramlar üzerinden uluslararası politikanın anlamlandırılmasında yaratılan kısıtlara dikkat çekmiştir. Söz konusu meta-teorik eleştirilerin odak noktası modern devletin tarihsel bağlamda söylemsel olarak ne şekilde inşa edildiği ve bu süreçte egemenlik, dış politika, diplomasi ve güvenlik gibi diğer söylemsel pratiklerin oynadığı roldür. Soğuk Savaş’ın bitimini takiben uluslararası sistemde yaşanan değişimler, uluslararası ilişkiler disiplininde inşacı yaklaşımları daha çok ön plana çıkarmıştır. İnce, zayıf ya da liberal inşacılık olarak nitelendirilen yaklaşımlar özellikle 1990’lı yıllarda yaygınlık kazanmıştır. Alexander Wendt, bu yaklaşımların dayandığı öncü inşacı teorisyen olmuştur. Bu dönemde Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte artan etnik çatışmalar, Avrupa Birliği gibi bir uluslararası kuruluşun hem daha fazla ülkeye genişlemeye hem daha fazla ulus devlet egemenliğinin devrine kapı açması, artan uluslararası göç, devletler arası çatışma ve iş birliği dinamiklerinin Soğuk Savaş’ın hâkim paradigmalarından farklılaşması gibi gelişmeler, bu yaklaşımların yayılmasına katkıda bulunmuştur. Meta-teorik tartışmalar zamanla yerini somut siyasî gelişmelerin ele alındığı kuram temelli ampirik analizlere bırakmıştır. Son dönem inşacı çalışmaların bir kısmı, sosyal teorisyen Pierre Bourdieu’nun “pratik teori”sinden hareketle diplomatik pratikler gibi uluslararası ilişkilerdeki gündelik ve rutinleşmiş pratiklere odaklanmıştır. Yine son dönem inşacı çalışmaların bazıları uluslararası ilişkileri anlamlandırmada tarih yazımının önemine dikkat çekerek eleştirel tarih anlayışından hareketle devletlerin günümüzdeki dış politikalarını ve uluslararası hiyerarşileri anlamaya çalışmıştır.
İnşacı çalışmaların uluslararası ilişkiler disiplinine yapmış olduğu önemli katkılar vardır. Birinci grup inşacı yaklaşımlar özellikle uluslararası örgütlerin devletlerin kimlik ve çıkar algılarına olan etkisi, uluslararası normların oluşması ve devletleri bağlayıcılığı, ulusal güvenlik kültürlerinin oluşumu ve devlet çıkarlarına ilişkin algıları şekillendirmesi üzerine etkili çalışmalar üretmiştir. Postyapısalcılığa yakın duran ikinci grup inşacı çalışmalar ise uluslararası ilişkilerde ilk kez bilgi ile siyasî güç arasındaki ilişkinin derinlemesine incelenmesini sağlamış, farklı yorumlamaların arkasındaki siyasî dinamiklere dikkat çekerek neden oldukları epistemolojik ve siyasî dayatmaları sorgulamıştır. Bunu yaparken uluslararası ilişkilerde başta egemenlik olmak üzere hâkim (neo)realist paradigmaların siyasî sonuçlarını da ortaya koyarak kimlik ve egemenlik arasındaki ontolojik kurguyu sorguya açmıştır. Böylece post-yapısalcı etik uyarınca farklı siyasî topluluk tahayyüllerini mümkün kılıp dünya siyasetinin dönüşümünün de önünü açmayı hedeflemiştir. Tüm bu önemli katkılarına rağmen, inşacı yaklaşımlar özellikle (neo)realistler tarafından eleştirilere maruz kalmıştır. Rasyonalist çerçeveden yöneltilen eleştiriler, her iki grup inşacı akımın metodolojik açısından yetersiz olduğunu ve özellikle de nedensellik iddiasında bulunan birinci grup inşacı çalışmaların nedensel ilişkileri göstermekte yetersiz kaldığını iddia etmiştir. İnşacılığa yöneltilen bir diğer yaygın eleştiri de özellikle uluslararası ilişkilerde normlara odaklanan işlevsel çalışmaların “olumlu” normlara odaklanarak günümüzde yükselişini sürdürmekte olan ırkçılık ve zenofobi gibi olumsuz normlara nispeten daha az eğilmiş olmasıdır.
Senem Aydın Düzgit