Tüm insanları, evrensel bir toplumun üyeleri olarak gören görüşlere verilen jenerik bir tanımlamadır. Aslında felsefe ve düşünce tarihinde evrensel etik ve evrensel değerlere atıf yapan her düşüncenin bir ölçüde kozmopolitanizm barındırdığı ileri sürülebilir. Ancak günümüzde bazı görüşler, bu şekilde tanımlanan “bir tutum olarak kozmopolitanizm” ile “bir adalet teorisi olarak kozmopolitanizm” arasında ayrım yapılması gerektiğine inanırlar. Özellikle Rawls ve takipçileri tarafından ileri sürülen bu görüş “bir adalet teorisi olarak kozmopolitanizmi”, tek düzeyde fırsat eşitliğine odaklanmış liberal bir adalet teorisinin muhalifi olarak görür. Bu düşünceye göre, kaynak dağılımını merkeze alan bir sosyal adalet ilkesi etrafında şekillenmiş uluslararası toplum fikri değer kazanmaktadır. Sosyal adalet normları, sadece belirli bir zümreye ait görülmemeli ve tüm toplum birimleri için adalet ve eşitliği aynı anda hedeflemelidir. Bu bakımdan sosyal adalet düşüncesi, bir grubun ve komünitenin güçlendirilmesine yönelik yerel perspektiften sıyrılmalı ve evrensel bir görüş kazanmalıdır.
“Bir tutum olarak Kozmopolitan düşüncenin”, tarihsel gelişiminde başlangıç noktasının Hümanizm ve Aydınlanma hareketi olduğu ileri sürülebilir. Humanizm farklı varyantlarında, insanın biyolojik bir tür olarak aynı zamanda toplumsal birliğini de savunur. İnsan toplumlarının, farklı devletler, kültürler ve dinlere ayrılmış olması, evrensel bir insanlık idealinin oluşmasına engel değildir. Örneğin Erasmus’un düşünceleri bu çağrının bir örneği olarak değerlendirilebilir. Aydınlanma düşüncesi, akıl üzerine yaptığı vurgu yanında dünyevilik, bireycilik, etik ve insan hakları gibi değerleri evrensellik düzeyinde yorumlamış ve yerel bağlılıkların ötesinde bir içerik kazandırmıştır.
19. yüzyıl politik düşüncesine kadar kozmopolitanizm ile yerellik, zıt kavramlar olarak ele alınmamıştır. Hatta “yerellik” düşüncesinin Kıta Avrupası’ndaki proto-milliyetçi kökleri, önemli ölçüde Aydınlanma’nın kozmopolitan dünya görüşlerinden beslenmiştir. Ancak Fransız Devrimi ardından ortaya çıkan politik ve toplumsal karmaşa ortamı, Aydınlanma düşüncesinin kozmopolitan dünya görüşünü sorun olarak gören yorumların güçlenmesine neden olmuştur. Genel olarak romantizm olarak tanımlanabilecek bu eğilimler, yerel kimlik ve gelenekleri kurucu öğeler olarak görmüşlerdir. Bu kurguda yerel, evrenselin zıttı bir anlama bürünmüş ve 19. yüzyılın ortalarından itibaren milliyet fikri, anti-kozmopolitan bir içerek kazanmaya başlamıştır.
Buna gelişmelere karşı, Kıta Avrupası felsefesinde kozmopolitan fikirleri sürdürme geleneğini, sosyalizmin devraldığı söylenebilir. Marx’ın da öncesinden Ütopik Sosyalistler ile başlatılabilecek bu eğilim, Aydınlanma düşüncesini anti-gelenekçi ve açık zihin sahibi olma biçiminde yorumlayarak kozmopolitan mirasa sahip çıkmıştır. Ancak sosyalist fikirlerde kozmopolitanizm bunun çok ötesinde, bir politik mücadele repertuvarı niteliğine de sahiptir. Sosyalist düşünceler, kapitalist üretim düzeninde, tüm dünya emekçilerini evrensel bir toplumun üyesi olarak görür. Kapitalizm sınıf mücadelesi ile sona erdirildikten sonra, nihai toplumsal kurtuluşun işçi sınıfının evrensel birliği çatısı altında oluşturulacağına inanılır. Ayrıca evrensellik fikri, sadece gelecek tasavvuru ile ilgili de değildir. Eldeki koşullarda ulusal sınırlar içerisinde yürütülen sınıf mücadelesinde emekçiler, gerektiğinde diğer uluslardaki emekçi kardeşlerinden destek alabileceğine inanır. Nitekim 19. yüzyılda Marx’ın öncülüğünde ortaya konan “sosyalist enternasyonel” fikri, bu kozmopolit dayanışma güdüsünün açığa çıkarılmasını hedefler. Dayanışma fikri üzerinden bir evrensellik düşüncesi, 19. yüzyılda sadece sosyalizm ile sınırlandırılamaz. Örneğin 19. yüzyılda Avrupa’daki ticari ve politik gerilimler, devletler arasında birtakım ittifak ilişkilerinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu tür ittifaklar, meşruiyetlerini kendilerini karşıtlarından ayıracak birtakım kozmopolit değerlere atıf yaparak sağlamaya çalışır. Ayrıca üretim ve ticari faaliyetler, salgın hastalıklar, doğal felaketler ve göç gibi konuların ancak evrensel düzenlemeler yapılarak çözüme kavuşturulabileceğine dair görüşler bu dönemde taraftar toplamaya başlar. Ulus-üstü organizasyonlar fikri, bu tür ihtiyaçların bir ürünüdür ve kökenini 19. yüzyılın bu atmosferinde aramak gerekir.
20. yüzyılın başında kozmopolitan fikirlerin duraklamaya girdiği savunulabilir. Ulus fikrinin güçlü bir modern eğilim olarak karşılık bulması, kozmopolit eğilimlerden çok yerelliklerin değer kazandığı bir dönemin koşullarını hazırlamıştır. Özellikle 1. Dünya Savaşı sonrasında “ulusal yeterlilikler” ve “ulusal kültürler”, kozmopolit dayanışma ve kültür algısı karşısında dışlayıcı biçimde güç kazanmıştır. Özellikle savaş döneminde Avrupa’da sosyalist hareketler arasında, enternasyonalizm gücünü yitirmeye başlamıştır. Bolşevik Devrimi’nin ardından da Sovyet ideolojisinin bir parçası olarak görülmeye başlamıştır. Ayrıca kitle üretim düzeninin ulusal piyasalara sağladığı özgüven nedeniyle, kozmopolitanizm bir tür sanatsal tutum ile sınırlı görülmektedir.
Batı Kapitalizminde kozmopolitanizmin tekrar ilgi gören bir eğilim hâline gelmesi ise ancak 2. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan politik ve ekonomik gelişmeler sonucunda mümkün olmuştur. Özellikle ticari ve siyasi ilişkilerin, toplumlar üzerinde belirleyici bir güç hâline gelmesiyle uluslararası kuruluşların öneminin arttığı görülür. Ayrıca örneğin Avrupa Birliği fikri gibi ortak düzenlemeler, kültürel çeşitlilik ve hareketliliği arttıran faktörler olarak işlemiştir.
Kavrama gösterilen ilginin, 1970’lerden itibaren artmaya başladığı görülür. Burada, küreselleşme tartışmaları önemli bir yere sahiptir. 20. yüzyılın son çeyreğinde küresel piyasalar, belirleyici bir ilişki formu yaratmış ve özellikle internet gibi iletişim devrimleriyle dünya küresel bir köy olarak tanımlanmaya başlamıştır. Küresel medya ağları ve tüketim kültürünün yayılımı, dünyanın farklı kültür ve yerlerinde ortak özelliklere sahip birtakım hassasiyetlerin güçlenmesine yol açmıştır. Bu hızlı etkileşim aynı zamanda benzeri görülmemiş bir demografik hareketlilikle perçinlenmiştir. Söz konusu şartlarda kültürün, insanları birbirinden ayıran bir sınır olarak kabul edilmesi eleştirilmeye başlanmıştır. Bunun yerine, kültür ortamından kaynaklanan değişimlere uyum sağlamak ve kültürel oryantasyon bir tavır olarak güç kazanır. Nitekim sanatçılar, düşünürler ve siyasetçiler arasında bu tür tavırlara sahip figürlerin takdir edildiği bir küresel popüler kültürün gelişimi dikkat çekici olmuştur. Buradan hareketle kozmopolitan tutumların sadece kültür ve düşün hayatının aktörleriyle sınırlı kalmaması gerektiği; tüm insan davranışının ideal formu olduğuna dair yaygın bir inancın doğduğu ileri sürülebilir. Bu tavır giderek, kimliğin belli bir topluluğa ve gruba ait görülmesinin reddedilmesi anlamına bürünür. Bu açıdan kozmopolitanizm kitlesel bir tutuma dönüşerek siyasal aidiyetlerde, sivil toplum kuruluşlarına üyelikte ve kültürel üretim araçlarında kendini güçlü biçimde göstermeye başlamıştır. Bu tutum, dünyanın bütün toplumlarında aynı niteliklere sahip olmamakla birlikte; inanç, cinsiyete dair ahlaki yargılar, vatandaşlık, politik davranış ve ekonomik değerler gibi farklı boyutları barındırmaktadır. Buna göre kozmopolitanlar, seküler değerlerin sıkı bir savunucusu olmakla birlikte, diğer inançlara yönelik yüksek toleransı barındırırlar. İnançlara ilişkin güçlü bağlılıkları yoktur. Ancak bir inanç sisteminin, bireysel özgürlükleri baskılayıcı nitelikler taşımaması koşuluyla benimsenmesinden ve dile getirilmesinden de rahatsızlık duymazlar. Bu görüş, toplumların farklı inançları barındıran birer mozaik olarak algılanmasına dönük destekleri arttırmıştır. İnancın bir kültürel tutuma indirgendiği bu görüşte, inançlar arası uyum önemli bir değer hâline gelir. İnançlara yönelik sezilen görecelilik ile cinsiyete dair ahlaki tutumlarda da karşılaşılır. Burada iki temel eğilim tespit edilmektedir. Bunlardan birincisi, kadınların ev hayatı merkezli toplumsal konumlarına karşı çıkılması ve kadınlar ile erkekler arası radikal eşitliklerin savunulmasıdır. Diğeri ise alternatif cinsel kimliklere karşı gösterilen toleranstır. Tüm cinsel yönelimlerin toplumda eşit görünürlüğe sahip olması ve insanlar arası eşitliğin cinsel farklılıklardan bağımsız ele alınması talep edilir. Vatandaşlık algısı da giderek ekonomik ve politik sorumluluklardan bağımsız şekilde ele alınır ve daha sade biçimde, toplumsal alanı paylaşmanın doğal sonucu olarak kavranır. Dolayısıyla ulus devlet temelli modern vatandaşlık düşüncesinden, daha gevşek aidiyetler barındırır. Buna paralel biçimde, siyasal görüşler de farklılık gösterir. Kozmopolitanlar, sağ ve sol gibi modern ideolojik tutumlara ilgi duymazlar. Ayrıca devlet ve toplumun dikey olarak ayrıştırılması fikrini de benimsemezler. Siyaset, yine görecelilik temelli yatay bir organizasyon olarak görülür ve radikal eşitlik fikrinin bir imkânı olarak tasarlanır. Bunun dışındaki tüm tutumlar, büyük anlatılar olarak değersizleştirilir. Son olarak ekonomik değerlerde belirgin bir farklılaşma söz konusudur. Bir yandan serbest ticaret ve girişim özgürlüğü önemsenirken; diğer yandan gelir eşitsizliklerini sınırlandıracak ekonomik müdahaleler güçlü şekilde desteklenir. Bireysel çıkardan çok, kolektif iyi ön plana alınır. Ekonomik faaliyetlerin toplumun yararına sonuçlar doğurabilmesinin, aynı zamanda çevre sorunlarına yol açmayacak şekilde yürütülmesiyle mümkün olduğuna inanılır. Nitekim ne pahasına olursa olsun ekonomik büyüme yerine; çevre duyarlılığına sahip sürdürülebilir ekonomi politikaları destek görür. Kozmopolitan tutumların neden olduğu daha radikal dönüşümler, çalışmaya yönelik tutumlarda tespit edilebilir. Kozmopolitan eğilimler içerisinde çalışma, gelir elde etmek, saygınlık sağlamak ve güvencelere kavuşma gibi dışsal ve materyalist amaçlara yönelik bir faaliyet olarak görülmez. Tersi biçimde, kendini gerçekleştirmek, boş zamanı finanse etmek ve tatmin sağlamak gibi içsel ve post-materyalist değerlere yönelmiştir.
Şenol Baştürk