KUR’ÂN-I KERİM

Mehmet Emin MAŞALI views564

Lügat anlamı “okumak, toplamak, bir araya getirmek, aktarmak, duyurmak” olan “Kur’an” kelimesinin terim anlamı “vahiy yoluyla son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) Arapça olarak indirilen, mushaflarda yazılı bulunan, tevâtürle (kesin bilgi oluşturacak şekilde) nakledilen, okunmasıyla ibadet edilen, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle biten, benzeri ortaya konulamaz olan ve Allah’a ait sözleri” ifade eder.

Kur’ân-ı Kerim’in indirilişi, 40 yaşlarında olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mekke yakınlarındaki Nur Dağı’nda bulunan Hira adlı mağarada ibadet etmek amacıyla bulunduğu bir esnada, miladi 610 yılı Ramazan ayının Kadir gecesinde, vahiy meleği Cebrail tarafından ulaştırılan “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alaktan (aşılanmış bir yumurtadan) yarattı. Oku! Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir, kalemle (yazmayı) öğretendir. (Böylece de) O, insana bilmediğini öğretmiştir” (Alak 96/1-5) meâlindeki ilk âyetlerle başlamış, 13 yıl Mekke ve 10 yıl Medine’de olmak üzere yaklaşık 23 sene sürmüştür. 

Kur’ân-ı Kerim’in bir vahiy ve Allah’ın sözü oluşu imani bir konudur ve bunun kabulü mümin ve Müslüman olmanın en öncelikli şartıdır. Hem lafız hem de mana olarak vahyedilen Kur’ân Hz. Peygamber tarafından sözlü olarak tebliğ edildiği gibi yazı ile de kayıt altına aldırılmış, böylece onun muhataplara daha sağlıklı, eksiksiz ve hızlı ulaşması sağlanmıştır. 

Kur’ân-ı Kerim Hz. Peygamber döneminde günümüzdeki mevcut tertibe göre kitap formunda bir araya getirilmemiştir. Bu yöndeki ilk adımlar Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde atılmıştır. Bu süreçte yazılı malzemeye dayalı olarak ve ayetleri ezberlemiş olan sahabilerin de yardımıyla eksiksiz bir biçimde toplanan Kur’ân (suhuf) başta Hz. Ömer ve Hz. Ali olmak üzere bütün sahâbenin ittifakla onayını almış, Hz. Osman zamanında ise iki kapak arasına alınarak “Mushaf” hâline getirilmiştir. Tevrat ve İncil’in tamamı orijinal şekilde muhafaza edilememiş iken Kur’ân-ı Kerim hiçbir tahrife uğramadan günümüze kadar ulaşmıştır. Nitekim son yıllarda Kur’ân’ın en eski nüshaları üzerinde yapılan çalışmalar, Kur’ân yazmaları arasında -basit imlâ farklılıkları dışında- herhangi bir ayrılık olmadığını, günümüze kadar ilk kayda geçtiği hâliyle intikal ettiğini, herhangi bir eksiklik, farklılık veya ilaveler şeklinde aslî metne dış müdahalenin söz konusu olmadığını göstermektedir.

Mushaf, ayetler ve sureler şeklinde iki temel yapısal birimden oluşur. Kur’ân’ın birkaç kelime veya cümleden oluşan, başından ve sonundan ayrılmakla beraber bağımsız olmayan bölümlerine “ayet” denir. Sure başlarındaki besmelelerin bağımsız ayet sayılıp sayılmadığı, kimi Kur’ân ifadelerinin müstakil bir ayet olup olmadığı gibi fikir ayrılıklarına bağlı olarak ayet sayısı hakkında farklı değerlendirmeler söz konusu olmakla birlikte günümüzde ülkemizde ve İslâm aleminin genelinde basılı bulunan mushaflarda 6.236 ayet bulunmaktadır. Ayetlerin sure içi sıralaması bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmıştır. Âyetlerin bir araya getirilmesi sonucunda oluşan bağımsız bölümlere “sûre” adı verilir. Mushaf, Fâtiha suresi ile başlayıp Nâs suresi ile son bulan 114 sureyi ihtiva etmektedir. Genel kabule göre surelerin mushaftaki sıralaması da yine Hz. Peygamber’e aittir. Her yirmi sayfadan meydana gelen bölüm “cüz” olarak isimlendirilmekte olup Kur’ân’da otuz cüz bulunmaktadır.

Genel kabule göre Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretinden önce inen ayet ve sureler Mekkî, hicretten sonra inenler ise Medenî olarak isimlendirilmiştir. Bu iki ayet/sure grubu arasında gerek üslup gerekse muhteva bakımından bazı farklar mevcuttur. Ayet ve surelerin Mushaf içindeki tertibi, onların vahyediliş sırasından farklıdır. Bu durum ayet ve surelerin iniş sırasını ifade eden nüzûl tertibi ile Mushaf’taki yerini ifade eden tilavet tertibi şeklinde iki sıra ve dizimden bahsetmeyi mümkün kılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in okuma ve tilavete konu olan bir de sözel boyutu söz konusudur (kıraat). Kur’ân’ın kıraati bizatihi ibadet yönü olan bir husus olduğu gibi namazın da temel rükünlerinden biridir. Kur’ân kelimelerinin nasıl okunacağı hususunda sahabeden farklı uygulamalar (kıraatler) nakledilmiştir. Ana kaynağı sahabe arasındaki lehçe ve ağız farklılığı olan bu uygulamalar/kıraatler, Hz. Peygamber’in onayıyla nüzul döneminde varlık kazanmıştır. 

Kur’ân-ı Kerim’in bizatihi kendisinin de beyan ettiği üzere o, benzeri ortaya konulamaz niteliktedir ve bu mucizevî yönüyle Hz. Peygamber’in peygamberliğinin en temel kanıtıdır. İslâm âlimlerinin değerlendirmelerine konu olduğu üzere Kur’ân hem lafzi özellikleri hem geçmiş, şimdi ve geleceği kuşatacak nitelikteki mana ve mesajı hem de insanlar üzerinde oluşturduğu müspet dönüşüm yani hidayet kaynağı olması yönleriyle mucize olma özelliği taşımaktadır. 

Kur’ân’da ele alınan en temel konu “tevhîd”dir. Allah’ın ilahlık noktasında eşsiz olduğu, gerek kâinatı yaratırken gerekse sevk ve idare ederken hiçbir ortağa ihtiyaç duymadığı ve bir başka varlığa benzemekten öte olduğu (ulûhiyet) fikrini ihtiva eden tevhid anlayışı Kur’ân’ın bütün öğretilerine sinmiştir. Bunun dışında Hz. Peygamber’in peygamberliğinin kabulü (nübüvvet) ve ölüm sonrası hayatın gerçekliği (ahiret) konuları da Kur’ân’ın inançla ilgili en temel öğretileridir. Bu konular özellikle Mekke döneminde inen ayetlerde ele alınmış, ilk muhatapların benimsediği şirk/putperestlik inanç sisteminin yanlışlığı, edebi yönü ve uyarı tonu yüksek bir üslupla ortaya konmuştur. 

Şer‘î hükümlerin ilk ve temel kaynağı olan Kur’ân’da dinî yükümlülükler ve hukukî düzenlemeler de önemli bir yer tutar (ahkâm). Mekkî ayet ve surelerde genel bir çerçeve olarak işaret edilen bu hususlar Medenî ayet ve surelerde detaylı bir biçimde hükme bağlanmıştır. Bu çerçevede ibadetler ile gündelik hayata (muamelat), cezalara (ukubat) ve devletler hukuku kapsamına giren konulara ilişkin hukukî düzenlemelere gidilmiş ve bir dizi dinî yükümlülük hükme bağlanmıştır.

Kur’ân-ı Kerim insanı değerlendirirken onu birey, aile ve toplum, inanç, ibadet ve ahlak, dünyevi, uhrevi ve deruni hayat olmak üzere bütün yönleriyle kuşatmış; insanlar arası ilişkilerin sağlıklı bir zeminde yürümesini sağlayacak değerlere (ahlak) sıklıkla vurguda bulunmuş, hatta ibadet niteliğindeki davranışların ahlaki bir tutumu sonuç vermesinin gereğine işaret etmiştir. Bu açıdan bakıldığında Kur’ân, inanç-ahkâm-ahlak arasında çok güçlü bir ilişki kurmuş, bunları birbirine sıkı sıkıya bağlı alanlar kılmıştır. Böyle olduğu içindir ki Kur’ân-ı Kerim’de hukukî düzenlemeler iman-ahlak temelinde işlenmiş, amel ve ahlaka yansımayan inancın salt bir iddiadan ibaret olacağı belirtilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de hata işlemeye açık, sınırlı bir varlık olan insanın tam ve mükemmel olan Allah ile nasıl bir ilişki kurabileceği konusuna da ayrıntılı olarak değinilmektedir. Pek çok ayette insandan yalnızca Allah’a sığınarak yardım dilemesi istenmektedir. Ayrıca Allah ile kuracağı ilişkinin olumlu yönde gelişebilmesi için iyi davranışlara teşvik edilip kötü davranışlardan sakındırılmakta, bunların karşılığında belirli bir ödül ve ceza sistemi öngörülmektedir. 

Kur’ân-ı Kerim özellikle inanç ve ahlakla ilgili öğretilerini temellendirmede önceki peygamberlere ve onların toplumlarıyla olan mücadelelerine sıklıkla atıfta bulunmuştur (kıssalar). Bu anlatımlar tarihî bilgi vermek gibi bir amaca yönelik olmayıp ilahî emirler doğrultusunda hareket edenlerin Allah’ın desteğiyle kurtuluşa erdikleri, karşı çıkanların akıbetinin ise hep hüsran olduğu gerçeğini gözler önüne sermeyi hedeflemiştir. Kur’ân’ın, özünde sözlü bir hitap oluşunun kaçınılmaz sonucu olarak kimi zaman aynı kıssa Kur’ân’ın muhtelif surelerinde tekrarlamış, ne var ki her birinde kıssanın o surenin indiği dönemde Müslümanların içinde bulunduğu şartlarla paralellik arz eden bölümü öne çıkmıştır. 

Kur’ân-ı Kerim’in tarihin belli bir zaman diliminde yirmi üç sene zarfında parça parça ve çoğu zaman da birtakım olay ve sebeplere bağlı olarak inmiş olması (sebeb-i nüzul), anlamının belirlenmesinde, nazil olduğu dönemin tarihî şartlarını ve inişine sebep teşkil eden olay ve hadiseleri dikkate almayı kaçınılmaz kılmıştır. Tüm vahiylerin, vahyi alan peygamber ile vahyin ilk muhataplarının dilini esas alması şeklindeki ilahî sünnet/yasa gereği (İbrahim 14/4) Kur’ân-ı Kerim de Arapça olarak vahyedilmiştir. Bu durum, Kur’ân’da Allah’ın neyi kastettiğinin tespiti için Arap dili bilgisini önemli bir araç kılmıştır. Kur’ân’ı insanlara tebliğ etme görevinin Hz. Peygamber tarafından yerine getirilmiş olması, Kur’ân’da aktarılan dinî ve ahlaki yükümlülüklerin onun Kur’ân mesajlarını pratik hayat düzlemine nasıl aktardığını gösteren sözleri ve davranışları (sünnet) üzerinden öğrenilebileceğini, bu iki bilgiyi devre dışı bırakan anlayışın asla kabul edilemeyeceğini göstermiştir. Kur’ân’ın bazı beyanlarının genel ve kapalı olması da bu ifadelerde neyin kastedildiğinin tespitinde Hz. Peygamber’in hayatı (siret) ve sünnetine dair bilgilere başvurmayı zorunlu kılmıştır.

Kur’ân-ı Kerim mucizevi bir dil ve üslup özelliğine sahip olup hiçbir nazım ve nesir türüne benzememiştir. Kısa ve özlü anlatım sırasında mana ihlal edilmediği gibi uzun anlatımlı yerlerde de söz israfına gidilmemiştir. Ayrıca kelimeler arasındaki ahengi, edebi tasvirleri sırasındaki kendine özgü üslubu, aynı anda farklı seviyedeki insanları muhatap alması, akla ve duyguya dengeli bir şekilde hitap etmesi de Kur’ân-ı Kerim’in mucizevi yönünü ortaya koyan vasıflarıdır. 

Kur’ân-ı Kerim’in anlamının sabit bir boyutu vardır ve bu da onun nazil olduğu dönemde oluşmuştur (mana). Ne var ki Kur’ân-ı Kerim’in anlam alanı, indiği dönemle sınırlı kalmamış, Müslümanların ona tekrar tekrar yönelişiyle nüzul dönemi itibarıyla ifade ettiği temel anlamla irtibatlı yeni anlam boyutları kazanmıştır (mesaj). Öte yandan Kur’ân, indiği dönemde hayata doğrudan müdahalede bulunmuş ve hayatla iç içe kılınarak amel ekseninde anlaşılmıştır. Böyle olduğu içindir ki Kur’ân’a tematik bir metin gibi yaklaşmak ve onu anlama faaliyetini salt akli, zihni, entelektüel bir çaba olarak görmek imkânsızdır. 

Kur’ân-ı Kerim’in nüzûl ortamından itibaren kıyamete kadar farklı coğrafya ve zamanlarda yaşayan müminler tarafından anlaşılması ve açıklanması yönündeki çabalar tefsir ilminin alanına girmektedir. Bu alanda ilk asırlardan itibaren çok sayıda kıymetli eser kaleme alınmıştır. Kur’ân-ı Kerim, erken dönemlerden itibaren önce kısmen daha sonra bütünüyle farklı dillere tercüme edilmiştir. Mevcut en eski Türkçe tercümesi 14. yüzyıla aittir. Günümüzde ise Kur’ân-ı Kerim’in yüzden fazla dilde tercümesi bulunmaktadır.

Mehmet Emin Maşalı

Kaynakça

Altıkulaç, Tayyar. Günümüze Ulaşan Mesahif-i kadime: İlk mushaflar Üzerine Bir İnceleme. İstanbul : IRCICA, 2015.

İbn Manzûr, Ebû’l-Fazl Muhammed. Lisânu’l-‘Arab, Beyrut ts., Dâru Sâdır. 

İsfahânî, Rağıb. el-Mufredât fî garîbi’l-Kur’ân, yy. ts, Mektebetü Nezâr. 

Maşalı, Mehmet Emin. Kur’ân’ın Metin Yapısı. Ankara: Otto Yayınları, 2015.

Salih, Subhi. Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut : Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, 1968. 

Süyûtî, Celâlüddin Abdurrahmân. el-İtkân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân. nşr. Mustafa Dîb el-Buğâ. Beyrut: Dâru İbn Kesîr, 1987.

Zerkeşî, Bedruddîn Muhammed. el-Burhân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân. nşr. Muhammed Ebû’l-Fadl İbrâhîm. Dâru’l-Fikr, 1980,.

Zürkânî, M. Abdülazîm. Menâhilü’l-irfân. nşr. Fevvâz Ahmed Zemerlî. Beyrut, 1417/1996.

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi