Sözlükte makâsıd kelimesi, “ulaşılmak istenen hedefler” anlamına gelmektedir. Literatürde makâsıd kelimesi ile biri genel, diğeri özel olmak üzere iki anlam kastedilir. Genel anlamıyla kullanıldığında dinin amaçları ve insanları ulaştırmayı hedeflediği ana gayeleri anlaşılır. Bunun yanında daha çok İslâm hukuku kaynaklarında kullanılan özel anlamıyla ise naslarda yani Kur’ân ve Sünnet’in ifadelerinde yer alan amelî hükümlerin gayelerini ifade eder. Bu yararlar Allah’ın vahyi, hidayeti ve öğretisinden süzülüp çıkarıldığı için makasıd kelimesi din veya dinî bildirime dayalı davranış kuralları anlamına gelen şerîa kelimesiyle birlikte bir isim tamlaması hâlinde makâsıdü’ş-şerîa şeklinde kullanılır. Bunun yanında kural/kanun koyucunun gayesi anlamında makâsıdü’ş-şâri’ ve kuralın/kanunun gayesi anlamında el-makâsıdü’ş-şer’iyye biçimindeki tamlamalar da literatürde kullanılmıştır. Daha az rastlanmakla birlikte hikmet, hikmet-i teşrî gibi kavramlar da benzer bir içerikle literatürde yer almıştır. Bu bilgilere bağlı olarak makâsıdü’ş-şerîa terimi şöyle tanımlanabilir: Yüce Allah’ın İslâm diniyle insanlığı ulaştırmayı hedeflediği gayeleri, ibadetler ve hukuk alanındaki hükümlerinden beklediği amaçlardır.
İnsan hem manevî-vicdanî hem de maddî-bedenî boyutları olan, sınırlı, kendi kendine yetmeyen toplumsal bir varlıktır. Bu özellikleri onu birçok ihtiyaçla karşı karşıya bırakmış, hemcinsleriyle ilişkiye zorlamış; ihtiyaçlar kurumları doğurmuş, haklar ve yükümlülükleri gündeme getirmiştir. İslâm dini işte bu hak ve yükümlülüklerin fıtrata yani insanın doğasına uygun bir şekilde belirlenip gereklerinin hakkaniyete ve adalete uygun olarak yerine getirilmesini hedefleyen bir hukuk sistemi öngörmüştür.
İslâm’ın ibadet ve sosyal hayatla ilgili norm ve önerileri ile fakihlerin bunları esas alarak ortaya koydukları fıkhî hükümlerin nihaî amacı, kişinin Allah’a, kendisine, diğer bireylere ve çevreye yönelik ödevlerini yerine getirmesini sağlamak, bireyin yaratılış değerlerine uygun, adalet ve hakkaniyet esaslarına bağlı, sağlık, huzur, güven ve barışı hedefleyen bir düzenin kurulmasına zemin hazırlamaktır.
Kur’ân ve Sünnet’in doğru bir şekilde anlaşılıp değerlendirilmesi ve bunlardan isabetli hükümlerin çıkarılabilmesi için Allah’ın bu dini göndermedeki hedefinin ve din kapsamına giren hükümleri koymadaki amacının bilinmesi gerekir. Bu bakımdan herhangi bir şer’i meselenin hükmü araştırılırken sadece lafızlardan çıkan anlamlarla yetinmeyip gerek dinin genel gayelerinin gerekse o meselelere ilişkin hükümlerdeki amaçların bilinmesi ve bu çerçevede çözümlere gidilmesi gerekir. Aksi takdirde verilecek hükümlerde hata etme ihtimali büyüktür.
Sahâbe döneminden itibaren İslâm âlimleri ictihadlarında hükümlerin gerekçeleri ve hedeflerine önem vermişlerdir. Gazzâlî’den itibaren İslâm âlimleri ulaşılmak istenen hedefler açısından hükümleri önem sırasına göre “zarûriyyât”, “hâciyyât” ve “tahsîniyyât” şeklinde üç kategoriye ayırmışlardır.
İnsan ve toplum hayatının varlığı için vazgeçilemez derecedeki hükümler “zarûriyyât” kategorisini oluşturur. Bu gruptaki hükümlerin amacı beş temel ve vazgeçilemez değeri korumaktır. İnsan ve toplum hayatı için vazgeçilemez önemde olan bu beş temel değer can, din, ırz, akıl ve maldır. Canı korumak, hayat hakkı ve beden bütünlüğünü, dini korumak rûhî-mânevî bütünlüğü, ırzı korumak nesil ve kişilik güvenliğini, malı korumak mülkiyet ve pazar güvenliğini, aklı korumak ise sağlıklı düşünmeyi sağlar. Bunları temin etmek için mesela namaz ve zekât emredilmiş, insan öldürmek, zina, hırsızlık ve içki içmek yasaklanıp failleri cezalandırılmıştır.
Önem sırası itibarıyla ikinci derecede bulunan “hâciyyât” kategorisi, zarûriyyât ölçüsünde olmamakla birlikte insan ve toplum hayatının daha düzenli ve sıkıntısız devamını sağlayan hükümlerdir. Bunların olmaması hayatı derinden etkilememekle birlikte zorluklar yaşanmasına, birçok sıkıntı ve huzursuzluğun çıkmasına sebep olur. Mesela ihtiyaçların giderilebilmesi için satım, kira vb. sözleşmelerin meşru kılınması, evlilik akdinin şahitler huzurunda yapılması, ibadetlerle ilgili ruhsatlar bu kategoriye dâhildir.
Üçüncü kategoriyi oluşturan “tahsîniyyât” ise insan ilişkilerinin daha da güzelleştirilmesi, kolaylaştırılması ve yaygın ahlâk ilkelerinin gözetilmesi amacını güder. Temizlikle ilgili hükümler, görgü kuralları, zararlı şeylerin yasaklanması bu kategoriye örnek olarak verilebilir.
Makâsıd en genel bakışla, yararların sağlanması suretiyle maslahatın gerçekleştirilmesi ve zararların giderilmesi olunca, makâsıd ile mesâlih arasında doğrusal bir ilişkinin varlığı göze çarpar. Bu sebepledir ki her iki kavram da birbiri yerine kullanılabilmektedir. Nitekim birçok âlim maslahatı “kanun koyucunun ulaşılmasını istediği hedeflere (maksûdü’ş-şâri’) ulaştıran sebepler” olarak tanımlamıştır.
Menfaat, yarar, iyi, elverişlilik ve uygunluk gibi sözlük anlamları bulunan maslahat kelimesinin zıddı, mefsedettir. Fıkıh dilinde maslahat, yararları elde etmek ve zararları (mefsedet) gidermek anlamını taşımaktadır. Fıkıh bilginleri bu işlevi “celb-i menfaat def-i mefsedet” veya “celb-i maslahat def-i mefsedet” formülüyle ifade etmişlerdir. Dolayısıyla maslahat, menfaati temin edip mefsedeti gideren faydadır.
Kanun koyucunun itibar edip etmemesi açısından maslahatlar üçe ayrılmıştır. Muteber olduğuna dair özel şer’î delil bulunan maslahata “mu’teber maslahat”; geçerli sayılmadığına dair özel şer’î delil olanlara “mülğa maslahat”; kabul gördüğüne ya da reddedildiğine dair şer’î delil bulunmayanlara “mürsel maslahat” denilmektedir. Söz gelimi hayatın, dinin, neslin, aklın ve malın korunması muteber maslahattır. Zira Kanun Koyucu (Şâri), mesela hayatı korumak için adam öldürme suçuna çok ağır cezalar öngörmüş, aklı korumak için alkollü içecekleri yasaklamış ve içene ceza vermiş, malı korumak için de hırsızlığı ve haksız kazancı yasaklamış ve bunlar için belli yaptırımlar koymuştur.
Aynı şekilde faiz/ribâ gelirleri, süreyle kayıtlı evlilikler (müt’a nikahı gibi), canını kurtarmak maksadıyla savaştan kaçmak, kişilere birtakım yararlar sağlasa da zarar verici yönü daha baskın olduğu için Şâri bunları maslahat olarak saymamış ve reddetmiştir.
Makâsıd-ı şerîa açısından daha çok dikkat çeken ve onunla irtibatı aranan maslahat çeşidi “maslahat-ı mürsele”dir. Çünkü “serbest bırakılmış maslahat” da denebilecek olan bu türde, yarar-zarar oranının tespiti ve buna bağlı olarak dikkate alınıp alınmamasının tercihi müslümanlara havale edilmiştir. Mesela büyük yerleşim yerlerinde Cuma namazına çağrının zamanında duyurulabilmesi için iç ezandan önce ayrı bir ezanın (günümüzdeki ilk ezan) okunup okunmaması, piyasa dengesini sağlamak amacıyla akaryakıtta bir tavan fiyat belirlenip belirlenmemesi, terzi, tamirci gibi zanaatkârların kendilerine emanet edilen mallara zarar gelmesi hâlinde tazminle sorumlu tutulup tutulmamaları gibi.
Bu kategorideki maslahatlar, makâsıd-ı şerîa doğrultusunda değerlendirmeye alınır ve gereğince hüküm verilip verilmeyeceğine dinin genel hedefleri gözetilerek karar verilir. Bu yöntem fıkıh usulünde “ıstıslah” olarak adlandırılmıştır. Buna göre ıstıslah, çözümü kaynaklarda bulunmayan bir meseleyi dinin/hukukun genel ilkelerine ve reddetmediği maslahata göre hükme bağlamaktır.
Aceleci değerlendirmelere ve istismara açık olduğu için neyin maslahat, neyin mefsedet sayılacağının tespiti ve buna bağlı olarak maslahat-ı mürseleye göre hüküm vermek bazı şartlara bağlanmıştır. Maslahatın kat’î olması yani varlığından emin olunması, küllî olması yani kişisel ve özel değil, toplumsal ve genel olması, zarûrî olması yani yukarıda geçen beş temel değeri korumakla ilgili olup, gereğince hüküm verilmediği zaman büyük sıkıntılar ve yoksunluklar baş göstermesi bu şartlar arasındadır.
Ahmet Yaman