Sözlükte tanımak, bilmek, bilgi, ikrâr, itiraf ve kabul etmek anlamına gelen marifet, irfan kelimesi ile aynı anlamı ifade eder. Marifet kelimesinin çoğulu olan maârif Türkçede öğrenim, kültür ve hüner anlamında kullanılmaktadır.
İlim kelimesi de bilmek ve bilgi anlamındadır, ancak ilim genellikle tümel bilgileri ifade ettiği hâlde marifet düşünerek ve deneyerek kazanılmış tikel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. Bu sebeple Allah, Âlim ve Alîm’dir dendiği hâlde Allah âriftir ve marifet ehlidir denmez. İlim Allahu Teâlâ’nın, marifet ise kulun sıfatıdır. İlmin karşıtı cehl ve cehâlet, marifetin karşıtı inkâr ve tanımamadır. İlimle marifet arasında bahsedilen şekilde anlam farklılıkları mevcut olmakla beraber her ikisi de aynı anlamda da kullanılabilmektedir.
İslâm kültüründe marifet, irfan ve ârif kelimeleri daha ziyade sufiler tarafından kullanılmış, hatta tasavvufa irfan ve sûfîye ârif dendiği de olmuştur. Sufiler ilim kelimesini irfan anlamında kullanırlar. Âlim billâh (Allah’ı bilen) deyimi ile Ârif billâh (Allah’ı tanıyan) ifadeleri aynı anlama gelmektedir.
Tasavvufta marifet çok farklı şekillerde tarif edilmiştir. Tarifler sufilerin meşrep, makam ve mertebelerine göre değiştiği gibi muhatabın ve müridin seviyesine göre de değişmektedir. Belli bir sufinin marifeti birkaç şekilde tanımladığı da olur. Tarifler arasında farklılığın hatta zıtlığın bulunması aralarında çelişkinin bulunduğu anlamına gelmez. Marifet çok kapsamlı bir kavram olduğundan mevcut tariflerden her biri bu kavramın belli bir yönüne ve niteliğine işaret eder. Bu tariflere göre marifet, Allahu Teâlâ ve O’nun isimleri, sıfatları, fiilleri ve tecellileri hakkında manevi tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgidir. Burada manevi tecrübeden maksat belli bir usul dahilinde nefsi terbiye ve kalbi tasfiye ederek kendini marifeti kabule hazırlamaktır. Zira marifet, nefs mücâhedesini gerçekleştiren sâlike Hakk Teâlâ’nın bir hibesi ve bir lütfudur.
Sûfîlere göre Allahu Teâlâ’nın zatı ve künhü bilinemez. O’nun zatı mutlak gaybdır. Bu anlamdaki gayb insanın bilme ve tanıma gücünü aşar. O, müteâldir. Allah’ın yarattıkları üzerinde düşününüz, zâtı üzerinde düşünmeyiniz.” ifadesi bu hususu anlatır. Bu sebeple Allahu Teâlâ’nın isim, sıfat, fiil ve tecellileri hakkında marifet-bilgi sahibi olmaktan maksat bunların işlevleri, âlem ve insanla ilişkileri hususunda marifet-bilgi sahibi olmaktır.
Başta insan, diğer canlılar, bitkiler ve cansız maddeler olmak üzere evrendeki her şey Hak Teâlâ’nın isim, sıfat, fiil ve tecellileriyle ilişkilidir. Bu tür ilişkilerin bir kısmı duyular ve akılla az çok herkes tarafından bilinebilirse de diğer bir kısmı ancak vahiy ve ilhamla bilinir. Akıl ve duyularla bilinen kısmına maddi âlem, vahiy ve ilhamla bilinen kısmına mana-gâib âlem denir. Allahu Teâlâ’nın evliya denilen özel kulları belli bir nefs terbiyesinden ve ruhsal arınmadan sonra mana âlemindeki hususlar hakkında Allâhu Teâlâ’nın dilediği kadar bilgi sahibi olurlar, daha doğrusu Allah bu marifeti ve irfanı onlara hibe eder.
Kur’ân’da: “Ey iman edenler! Eğer takva üzerine olursanız o size bir Furkan verir.” (Enfâl, 8/29) buyrulmuştur. Diğer bir ayette “Allah’ın kalbini İslâm’a açtığı kimse Rabb’inden bir nur üzere bulunur.” (Zümer, 39/22) buyurulur. Furkan, hak olanı bâtıldan, doğru olanı yanlıştan ayırt etmeye yarayan ilahî bir nurdur. Basiret ve feraset nuruyla bakan dindar bir mümin başkalarının göremediği mana âlemindeki sır, hikmet ve hakikatleri görebilir. Nitekim Ebû Osman Mağribî (ö. 893): “Ârif ilim nuruyla bakar ve gayptaki acayip şeyleri görür.” demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 909), kendisi sustuğu hâlde sırrından Hakk’ın konuştuğu kimse âriftir, marifet ehlidir.” der.
Kudsî bir hadiste Allahu Teâlâ: Ben, beni seven velilerinin gören gözü, işiten kulağı olurum.” buyurmuştur. Böyle bir ermiş başkalarının göremedikleri şeyleri görür, işitemedikleri sesleri işitir. Nefs mücâhedesi yapan müminlere Hak Teâlâ kendisine ulaşan yolu gösterir. (Ankebût, 29/69)
Sufîlerce marifet konusunda bazı tanımlar yapılmıştır: Marifet ehli olanların sultanı kabul edilen Bâyezid-i Bistâmî (ö. 848?), bu marifeti neyle buldun diye soranlara “aç karın ve çıplak bedenle” demiştir. Yani ârif olmak için Hakk’a giden yolda çile çekmek lâzım.
Yine sufilerin büyüklerinden Şiblî’ye (ö. 946) göre, marifetin evveli Allahu Teâlâ’dır, âhirinin nihayeti yoktur. Marifet dalgalanan bir deryadır, çeşitli mertebeleri, hâlleri ve şekilleri mevcuttur. İlâhî marifet sınırsız ve sonsuzdur. İnsan ise her yönden sınırlı ve sonludur. Sonlu, sonsuzu ihata edemez, tam olarak kavrayamaz.
Sehl b. Abdullah (ö. 896) marifetin ulaştığı son nokta dehşet ve hayrettir, Zünnûn-ı Mısrî (ö. 859?) ise “Allah hakkında en çok marifeti olan O’nunla en fazla hayret edendir.” demişlerdir. Burada hayretten maksat bir şeyin azameti ve ihtişamı karşısında duyulan hayret türünden bir hayret olduğundan ârifler; “Rabbim! Hayretimi ziyâde kıl” diye dua ederler.
Marifetin ve marifet ehli olmanın alâmetleri vardır, bunlar: Ârifin marifeti arttıkça Allah korkusu ve heybet de artar. Allah hakkında marifet sahibi olanın ömrü safalı ve hayatı hoş olur. Allahu Teâlâ ile ünsiyet eder, O’ndan başka kimseden korkmaz, maddi şeylere rağbet etmez. Marifet hayayı ve hürmetkâr olmayı gerektirir. Ebû Muhammed Ruveym’e (ö. 915-16) göre ârif için marifet ayna gibidir. Bu aynaya bakınca Mevlâsının kendisine tecelli ettiğini görür.
Marifet konusunda iki şey çok önemlidir: Kendini bilme anlamına gelen marifet-i nefs ve Rabbini bilme anlamına gelen marifetullah. Nefs hakkındaki marifet Rab hakkındaki marifete ulaşmanın aracı olduğundan nefsini bilen Rabbi’ni bilmiş ve tanımış olur, denilmiştir. Allah’ı Bâkî, Kâdir, Ganî ve Âlim olarak tanımak kendini fânî, âciz, fakîr ve câhil olarak tanımak anlamına gelir.
Allahu Teâlâ’ya dış âlemden de gidilir ama iç âlemden, nefsten ve mertebelerinden giden yol daha kısa ve kolaydır. Sufiler: “Sen seni bil, sen seni”, “Kendinde ara, kendinde bul!” sözüyle bu hususa işaret eder, “Yere ve göklere sığmayan Hak Teâlâ, mümin kulunun kalbine sığmıştır.” derler.
Cüneyd-i Bağdâdî, ârifin gerçekten marifet ehli olması için iyinin de kötünün de üzerine basıp yürüdüğü yer gibi olmalı, herkesi gölgelendiren bulut gibi, sevdiğine de sevmediğine de su ulaştıran yağmur gibi olmalıdır, der. Bu tarif aynı zamanda sûfînin de tarifidir.
Ârif hâl ehlidir, kendinden geçmiştir, mana âlemindedir. Ebubekir Vâsıtî (ö. 932’den sonra), Hak Teâlâ hakkında marifet sahibi olan her şeyden kopar, daha doğrusu lâl olur, dili tutulur, bir şey söyleyemez, demiştir. Ârifler mana âlemiyle ilgili hususları aralarında hâl diliyle konuşurlar, kendilerine yabancı olanlar onlardan bir şey anlamazlar, dilsizin dilini onun anası bilir, bunun gibi gayb ehlini gayb ehli anlar derler.
Marifet âleminin ihtişamı, azameti, sırları, hikmetleri ve hakikatleri hususunda seyr ü temâşâya dolanlar hâllerini sözle anlatamadıklarından sükût ederler. Lâl olurlar, dilleri tutulur. Sûfîler bu konuda Hz. Ebubekir’in (ö. 634) şu sözünü dile getirmekle yetinirler: Kulun Hak Teâlâ’yı idrâkten ve tam olarak tanımaktan âciz olduğunu bilmesi O’nu idrâkin ve marifetin ta kendisidir.
Tasavvuf tarihinde marifet ve irfan sahibi ârifler olduklarını iddia edip dinî ve hukûkî yükümlülüklerin kendilerinden düştüğünü söyleyen ibâhiyecilere her zaman rastlanmıştır. İlk sûfîlerden ve âriflerden olan Zünnûn-ı Mısrî bu konuda ârifin alâmeti üçtür demiştir: Sahip olduğu marifet nuru takva nurunu söndürmez, zâhirî hükümlerle çelişen bâtınî bir bilgiden bahsetmez. Azîz ve Celîl olan Allah’ın pek çok nimetlerine mazhar olması Allah’ın mahremiyet örtülerini yırtmalarına sebep olmaz.
Süleyman Uludağ