Bir ülkenin, iktidara genellikle veraset yoluyla gelen tek bir kişi tarafından yönetilmesidir. Bu yönetim şeklinde, devlet yönetimine ilişkin tüm yetkiler, tek kişinin elinde toplanır. Kral, padişah, çar, prens, hakan, şah, emir, kağan, sultan gibi adlar alabilen, bunların hepsini kapsayacak şekilde monark ifadesiyle nitelenen bu yönetici, seçimle işbaşına gelmemiş ve genellikle belirli bir hanedan ailesinin mensubu olması nedeniyle bu görevi üstlenmiştir. Yöneticinin belirli bir görev süresi de bulunmaz. Monarşilerde yöneticiler, sağlık sorunları gibi bazı istisnai durumlar dışında yaşadıkları müddetçe devleti yönetirler. Ölümlerinden sonra belirli usuller ve kurallar çerçevesinde aynı hanedan ailesinden bir başka kişi onların koltuğuna oturur.
Monarşilerin diktatörlük ve tiranlık gibi yine tek kişinin devleti yönettiği diğer rejimlerden farkı, monarkın işbaşına gelişinden iktidarda bulunduğu dönemdeki icraatlarına dek yönetim süreçlerinin belirli kurallar çerçevesinde işlemesidir. Nitekim antikçağ filozofları, monarşiyi, yasalara uygun bir rejim olarak görürler ve erdemli yönetim biçimleri arasında sayarlar. Monarkın kurallar ve geleneklerden uzaklaşarak keyfî davranışlar sergilemesi ise rejimin monarşiden uzaklaşmasına neden olur.
İktidarın tarihine ilişkin çözümlemeler çoğunlukla monarşiyi ilk yönetim şekli olarak görür. Bu yaklaşıma göre, toplumsallaşmayla iktidar ilişkileri de ortaya çıkmış, belirli hasletleri ile beliren birisi toplumu yönetmeye başlamıştır. Monarkın, akıl, cesaret, erdem, feraset vb. gibi etmenler dolayısıyla diğer insanlardan üstün olduğu, bu nedenle toplumu yönetme hakkına sahip bulunduğu düşünülür. Türk yönetim geleneğinde hükümdarın ve mensup olduğu ailenin “kut” sahibi olduğu kabul edilir. Kut, verildiği ailenin Tanrı tarafından toplumu yönetmek üzere seçildiği varsayımı üzerine oturur. Dolayısıyla diğer toplum üyelerinin monarka itaat etme yükümlülüğü bulunur. Benzer bir üstünlük anlayışı diğer tüm monarşilerde vardır.
Monarşi, tarihte, en uzun dönemler boyunca ve en fazla ülkede görülen yönetim şeklidir. Ancak kuşkusuz zaman içinde veya uygulandığı coğrafyaya göre değişiklikler göstermiştir. Orta Çağ’da iktidarı diğer aristokratlarla ve kiliseyle paylaşan krallar, feodalitenin sona ermesinden sonra iktidarlarını mutlak bir biçime dönüştürmüştür. Mutlak monarşi, kralın otoritesini sınırlayan herhangi bir gücün olmaması anlamına gelir. Bu durumun en bilinen ifadesi Fransa Kralı XIV. Louis’nin (ö. 1715) “devlet benim” sözüdür. 15. ve 16. yüzyıllarda özellikle İngiltere, Fransa, İspanya ve Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde monarşiler mutlak bir görünüm kazanmıştır. Aynı dönem içinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun da mutlak monarşi kabul edilebilecek bir rejimle yönetildiği görülür. Bu modelin en belirgin özelliği, monarkın gücünü hiçbir kişi ya da kurumla paylaşmamasıdır. 1576’da Jean Bodin (ö. 1596) tarafından ortaya atılan egemenlik kuramı da, monarkın mutlak üstünlüğünü hukukî bir zemine oturtur. Mutlak monarşilerin en belirgin özelliği, tüm toplumun uyması gereken yasaların doğrudan kral tarafından yapılması ve bu konuda kendisini sınırlandıran bir otoritenin bulunmamasıdır.
17. yüzyıldan sonra ise monarşilerin mutlakiyetçi yönlerinin giderek zayıfladığı görülür. Tarihsel planda Sanayi Devrimi’nin başlaması, kapitalizmin ve burjuvazi sınıfının geçmişe göre çok daha fazla güçlenmesi, önceleri ticaret ve tarıma dayanan ekonominin rotasını değiştirmiştir. Aynı süreçte, fikrî alanda John Locke (ö. 1704), Montesquieu (ö. 1755), Jean-Jacques Rousseau (ö. 1778) ve diğer düşünürlerin iktidarın sınırlandırılması ve siyasal özgürlüklerin genişletilmesi yönündeki yaklaşımları giderek daha fazla ilgi görmeye başlamıştır. Bunun sonucunda, siyasal devrimler aracılığıyla parlamentoların sistem içindeki ağırlığı giderek artmıştır. Daha doğrusu, Orta Çağ’da genellikle aristokratların kral karşısında taleplerini dile getirmelerine hizmet eden parlamentolar, giderek üyeleri halkın tüm kesimlerinden seçimle gelen bir görünüme kavuşmuştur. İngiltere’de 1688 Devrimiyle başlayan bu süreç yaklaşık yüz yıl sonra Amerika ve Fransa’ya da uzanmıştır. Bu süreçte, yasa yapma hakkı monarktan parlamentoya geçmiş, yani ülke yönetimi açısından asıl belirleyici halkın temsilcilerinden oluşan meclis olmuştur.
Günümüzde İngiltere, İspanya, İsveç, Hollanda, Belçika gibi pek çok gelişmiş demokrasi meşrutî monarşiyle yönetilmektedir. Bu ülkelerde parlamenter demokrasiye dayalı bir sistem bulunduğu için yönetime ilişkin asıl yetki ve sorumluluk parlamento ile hükûmete aittir. Devlet başkanları daha çok sembolik niteliktedir. Bu bakımdan, siyasal rejim olan monarşiyle yönetim şekli olan demokrasinin birbirlerine zıt ya da aykırı kavramlar olmadığı görülür. Monarşinin karşıtı ayrıcalıklı kişilerin bulunmadığı, cumhuriyet rejimidir.
Hamit Emrah Beriş