MUHAFAZAKÂRLIK

Süleyman Seyfi ÖĞÜN views1001

Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan ve ortaya çıktığı koşullarda modernliğin ölçüsüzlüğünü eleştiren; modernleşmeye esastan karşı çıkmayan ancak modernleşmenin ve değişimin tarih ve geleneklerden kaynaklanması gerektiğini savunan düşünce akımıdır. Muhafazakârlığın doğuşunda 17. yüzyılın “Akılcılığı” ve 18. yüzyılın “Aydınlanmacılığı”nın birikimlerini ardına alan 1789 Fransız Devriminin insanlık tarihi üzerindeki sarsıcı etkileri baskın bir rol oynamıştır. 

1789 Devriminin “Eşitlik-Özgürlük-Kardeşlik” üçlemesi üzerinde yükselen ve yüksek soyutlamalar içeren mesajları, sâdece Fransa’da değil, yazılı kültürün imkânları dâhilinde ulaştığı her yerde büyük umutlar doğurmuştur. Eşitlik vurgusu, başta aristokrasi olmak üzere toplumsal tabakalaşmalardaki ayrıcalıklıları tehdit etmiş, alt sınıflar için ise bir kurtuluş ümidi olmuştu. 1789 aynı zamanda, ayrıcalıkları meşrûlaştıran ve karşılığını babaerkil (patriyarkâl-patrimonyal) geleneklerde bulan her türlü zihniyet, inanç ve kuruma da bir başkaldırıydı. Devrimciler sâdece toplumsal-siyasal değil, kültürel bir mücadele yürütmüştü. İktidarını atalarından alan, kurumsal din ve kutsallaştırılmış devlet ile perçinleyen her türlü ayrıcalıklı tabaka sarsılmıştı. Aristokratlar ve kurumsal dinlerin kadroları devrimcilerin hedefinde olmuştu.

Fransız Devrimi çatışma alanlarını çeşitli ikilikler hâlinde formüle etmekte son derecede mâhirdi. Merkantilist devlet karşısında ulusu; saray toplumları (Kral ve aristokrasi) karşısında orta sınıfları ve aşağı tabakaların ittifakını yüceltiyordu. Saray toplumlarının ayrıcalıklarını meşrulaştıran unsurlar bir tarafıyla “babaerkil” temelde şekillenen “tarihsel-geleneksel” kodlardan beslenmekteydi. Devrimciler eşanlı olarak tarih ve geleneği enerjik bir şekilde reddetmekteydi. Odaklarında gelecek vardı. Tarih ve gelenek ekseninde ayrıcalıklı tabakalara bağımlı hâle getirilen “insanlığı” bu bağlardan arındırarak “özgürleştirmek” ideali en büyük tutkularıydı. Bu bir kültür ve zihniyet kavgasıydı. Bu sûretle özgürlük ve eşitlik idealleri kesişecekti. Eşit insanlar aynı zamanda özgürleşmek için büyük bir fırsat da ele geçirmiş olacaktı. O hâlde eşitliği engelleyen ve “Eski Rejime” ait olan her türlü tarihsel bağ ve gelenek tarihin çöp tenekesine atılmalıydı. 

Ayrıcalıklı zümrelerin iktidarlarını meşrulaştıran diğer unsurlar, kurumsal din ve devletten geliyordu. Eski Rejim’in devleti, raison d’etat, yâni hikmet-i hükûmet prensibinden hareket eden; bir bakıma kerâmeti kendisinden menkûl bir aygıttı. Yeni Rejim’in devleti ise ulusa tâbi olmalı, egemenliği eşit bireylerden oluşan ulusa devretmeliydi. Kurumsal din ise son derecede tehlikeliydi. Ayrıcalıklı zümrelere meta-fizik bir destek sağlamaktaydı. Yeni Rejim bunu kabul edemezdi. O hâlde yıkılmalı, yerini “sivil din” olarak tanımladıkları “doğa-akıl ve bilim” kilisesine bırakmalıydı. 

Fransız Devrimi siyasal -ideolojik tutkularında hiçbir sınır tanımadı. Aşırılıkları üzerinden alabildiğine yıkıcı süreçler başlattı. Devrimcilerin o kadar gözü dönmüştü ki, kendi yoldaşlarını bile tutkularına kurban vermeye başlayıp akıl dışı maceralara sürüklendiler. İşte muhafazakârlık bu gidişata yönelik tepkilerden doğdu. 

İlk tepkiler daha çok kaybetmişlerden geldi. Bunlar Joseph de Maistres (ö. 1821) gibi düşünürlerin duygusal gerilemeci (regresyonist) tepkileriydi. Ama meselenin özü çok derinlerdeydi. Bütün istikrarsızlığına rağmen Fransız Devrimi, içerdiği yüklü felsefî-moral ilham kaynağı olmaya ve kıt’anın yerleşik düzenlerini tehdit etmeye devam etmekteydi. 

Bu birikime eleştirel temelde vaziyet edecek cevap “Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler”adlı bir kitapla, Kıtadan değil, Ada Avrupa’sından geldi. Yazarı da siyasal tercihini Muhafazakâr Tory Lerden değil, Liberâl Whig’lerden yana yapmış olan Edmund Burke (ö. 1797) idi. Bu bir bakıma doğal da karşılanmalıdır. Britanya, toplumsal-siyasal tarihi itibarıyla modernleşmeyi en az maliyetle, keskin toplumsal-sınıfsal çatışmalarla değil, anlaşmalarla hayata geçirmektedir. Burjuvalarla aristokratlar arasında bir iş bölümü ve işbirliği sağlanmıştı. Kilise ise Katolik çizgiden çoktan çıkmış olan ve yorumları modernlikle çatışmayan Anglikan Kilisesi İdi. İşte yukarıda başlığı zikredilen ünlü yapıt da başta Fransa olmak üzere sarsılan Kıt’a Avrupası’na “dışarıdan” getirilen soğukkanlı ve “ölçülü” bir değerlendirmeydi.

Muhafazakâr bakış öncelikle Fransız Devriminin değil, genel olarak modernliğin hediyesi olan devrimci ruhun “ölçüsüzlüğü”nü eleştirmekteydi. Ölçü düşüncesi Greklerde Yedi Bilge’nin öncülüğünü yaptığı, ama Aristo ile felsefileştirilen bir bakıştır. Buna göre yapılan iş başlangıçta ne kadar iyi olursa olsun ölçüsüzlüğe ulaştığında bozulur. Ölçü kavramı muhafazakârlığın başat kavramıdır. Muhafazakârlık modernleşmeye esastan karşı çıkmaz. Hayat dinamiktir ve değişmektedir. Buna karşı çıkmak da ölçüsüzlüktür. Muhafazakârların değişimi fetişleştirdiklerini düşündükleri devrimciliğe olduğu kadar, gerilemeciliğe de karşı çıktıklarını unutmamak gerekir. Zaten muhafazakârları en fazla kızdıran hususlardan biri gericilikle itham edilmelidir. Mühim olan değişimin ölçülü yapılmasıdır. O hâlde ölçülü bir değişim nasıl sağlanabilir? Muhafazakâr bakış temelde bu soruyu odağa almaktadır. 

Muhafazakârların gözünde değişimi ölçülü; dolayısıyla sürdürülebilir kılan ve yıkıcı sonuçlardan esirgeyen, tarih ve geleneklerdir. Çünkü gelenek toplumların sağduyusunu oluşturur. Muhafazakârlara göre sağduyudan uzaklaşmış köksüz, soyut bir “akılcılık” sakat bir akıldır. Görüldüğü gibi muhafazakârlık 17.Asırda Descartes gibi filozofların geliştirdiği soyut bir akılcılığa yönelik keskin bir eleştiride bulunmaktadır. Bu, muhafazakârların romantiklerde olduğu gibi aklın yerine duyguları koymalarıyla sonuçlanmaz. Muhafazakârlar, tarihsel tecrübelerden damıtılmış sağduyulu (common sense), ihtiyatlı (prudent) ve bilgeliklerle donatılmış (wisdom) bir akılcılığı savunur. Hippolyte Taine (ö. 1893), adeta muhafazakârlığın epistemolojisini yapmıştır.

Yine bu çerçevede, muhafazakârlar Aydınlanmacıların “doğa” üzerinden yaptıkları soyutlamalara da karşı çıkar. Doğayı insanların refahı yolunda araçsallaştırır. Aslında modern düşüncenin ana postülalarından birisini oluşturan doğa soyutlamaları, insan ve toplumları tarihin “kirlerinden” arındırmak için geliştirilmiştir. Çünkü devrimcilerin gözünde iflâhı ve ıslahı gayr-ı kâbil olarak gördükleri, geleneklerle tortulaşmış bir tarih engeli vardı. Tarihin kir ve paslarından arınmak için başvurulacak soyutlama, kirlenmemiş bir soyutlama olarak doğadır. Muhafazakârların gözünde tarihsel birikimlerle eşlenmemiş bir değişim anlamına gelen devrimcilik insanlığı kılavuzsuz bırakacak bir hatadır. Muhafazakârlık, tarihsel kesinti düşüncesinden son derecede rahatsız olur ve bunun yerine tarihsel süreklilik düşüncesini seferber eder. İnsanlığın yol gösterici işaretleri doğadan değil, tarihten türetilebilir. Muhafazakârlara göre tarihsel kirlenme veya bozulma pekâlâ mümkündür. Bu açıdan muhafazakârların da bazı şikâyetleri olagelmiştir. Ama bunun giderilmesinin veya aşılmasının yolu tarihsel kesinti yapmak değil, titiz bir restorasyondur.

Tarih vurgusu muhafazakârları tarihsel tecrübelerle (geleneklerle) uyumlu olmaya sevk etmiştir. Muhafazakârlar babaerkilliğe, siyasal devrimciliğin dışladığı uzak atalardan gelen esin kaynaklarına bağlanmaya titizlenir. Bu, geleneklerinin güçlü olduğu yerlerde sınıfsal bir karşılık kazanıp aristokrasilere bağlılık olarak tecelli edebilir. Ama muhafazakârların hoşuna giden aristokrasi, özellikle Rokoko dönemlerinde ortaya çıkan, toprak ile bağını koparmış, şehirlerde lüks ve tüketimle yozlaşan “Kıyafet Soyluluğu” değildir. Muhafazakârların daha çok benimsediği soyluluk orijinâl “Kılıç Soyluluğu”dur. Aristokratik geleneklerin olmadığı yerlerde gelişen muhafazakârlık ise orta sınıf değerlerle daha kolay uyumlulaşır ve Amerikan muhafazakârlığında olduğu üzere; daha çok yaşlılarda somutlaşan oligarşik değerlere bağlılık olarak somutlaşır. Bu kültürel çevrelerde konvansiyonel aristokrasi düşüncesi doğal aristokrasi ile yer değiştirir.

Atalara yapılan göndermeler, topluluk değerini şekillendiren muhafazakarlığın en mühim kıstasıdır. Tarih, topluluk şekillenmelerinde somutlaşır. Bu noktada muhafazakârlık, sâdece sınıfsal ayırımlardan hareket eden siyasal devrimcilikten değil, birey değerini vurgulayan liberalizmden de keskin bir şekilde ayrışır.  

Bununla birlikte tarih-gelenek ve topluluk temaları muhafazakârlıkta iki türlü değerlendirmenin konusu olmuştur. Bunlardan ilki “kurumsal”, diğeri de daha “sivil” bir yorumdur. Özellikle güçlü devlet geleneklerine bağlı ve yine özellikle Katolik Kıt’a Avrupa’sında muhafazakârlık, devleti, müesses nizamları kutsama yoluna gitmiştir. Bu, muhafazakârlığın “babaerkil-kurumsal” yorumudur. Ama Anglo-Sakson dünyada gelişen ve daha çok Protestanlıkla bitişen muhafazakârlık, geleneklerin işlevsel faydalarından hareketle sivil inisiyatiflerde ortaya çıkan birikimlere ilgi duymuşlardır. Bu, muhafazakârlığın faydacı (utileteryen-pragmatik) yorumu olarak değerlendirilebilir. Her iki bakışın ortak paydası “aile” ve “topluluk” vurgusudur. Babaerkil -kurumsal muhafazakârlık Hegelyen bir çerçevede gelişir; topluluk vurgusunu görece organik bir katılıkta tutar. Devleti, aile ve topluluğun en yüksek şekillenmesi olarak görür. Diğeri ise görece liberal-sivil bir eksende topluluğu kurumsal yapılar karşısında mesafelendirir; vurgusunu aile ve topluluk değerleriyle örtüştürür.

Muhafazakârlık için din, topluluk değerlerinin başat unsurlarından biridir. Muhafazakârlıktaki başat eğilim, dini teolojik değil, sosyolojik boyutu, toplumsal bir çimento niteliği üzerinden değerlendirmektir. Muhafazakârlık din ve gelenek arasında bir bağ kurar. 

Gelenekler ise orta yolcu, ölçülülük ekseninde konumlanan muhafazakâr zihniyet açısından bazen, özellikle de aşırılıklar olarak algılandığı durumlarda reddedilir. Muhafazakârlar, seçmeci yakınlıklara dayalı akıl yürütmelerle gelenekleri eler. Gelenek kavramını, içerdiği aktüel çelişkili çeşitlilikler olarak değil, “büyük harfli”, organik esaslara dayalı olarak değerlendirmeye eğilimlidirler.  

Muhafazakârlığın gözünde modern kent hayatı, aile ve topluluk uyumunu bozan tehlikeli bir habitat olarak değerlendirilir. Kente özgü yozlaşmalar sürekli olarak muhafazakârların gündemindedir. Ama ölçülülük düşüncesinden hareket eden muhafazakârlık diğer uçta yer alan kırcı ve köycü eksene savrulmamaya da özen gösterir. Her ne kadar söylemlerinde kır hayatının erdemlerine yer verseler de muhafazakârlar katıksız narodnik olmamaya dikkat ederler. Ölçülü olmak ile düzgün olmak muhafazakâr hayat tarzının esaslı ilkeleridir. Muhafazakârlığın başat tutunum çevresinin, modernleşmenin sorunlarını derinden yaşayan kentli orta sınıflar olduğunu unutmamak gerekir. Muhafazakârların erdemli buldukları yaşama çevrelerinin kent ile köy arasında kalan “taşra-kasaba” çevreleri olduğunu söyleyebiliriz.

Muhafazakârlığın ekonomik düşünceleri ilginç bir çeşitlilik gösterir. Modern ekonomik aklı, gelenekleri ve topluluk uyumunu bozan bir kötülük olarak gören, kapitalist üretim ve tüketim modelini radikal olarak eleştiren muhafazakârlar mevcuttur. Bu yolda sosyalizan düşüncelere meyledenlere de rastlamak mümkündür. Anti-kapitalist muhafazakârlık eleştirilerini “Büyük Sanayi” olarak nitelendirdikleri bir modele yaparlar. Sosyalist ideolojilerin savunuculuğunu yaptığı, proleterya diktatörlüğünde olduğu üzere mülksüzleştirmeye yönelik girişimler muhafazakârların korkulu rüyasıdır. İdealize ettikleri model, romantik sosyalizmin savunuculuğunu yaptığı, katılımcı, âile ölçekli küçük işletme yapılarıdır. Devletin müdâhil ve öncü olduğu korporatist modeller bu tarz muhafazakârların ilgisini çeker. Özellikle kurumsal-organik muhafazakârlık bu tarz düşüncelere alâka duyar. Bu çevrelerin, özellikle buhran devirlerinde kolaylıkla sağ popülizmlere, hatta faşizmlere evrilmek riski de buradan doğar. Kıt’a Avrupası tarzı muhafazakârlığın sicili bu savrulmalarla yüklüdür. 

Faydacı muhafazakârlık ise kapitalizmden o denli rahatsız değildir. Elbette tekelcilikten hoşlanmaz. Ama kapitalizmi esastan reddetmez. Sosyalizan modellere de o denli iltifat etmez. Bu çevreler, korporatist -sosyalizan fikirlerden değil, daha çok ekonomiye her türlü devlet müdahalesini reddeden liberteryen düşüncelerden beslenir. Soğuk savaş sonrasında Anglo-Sakson tarz anaakım muhafazakârlık bunun tipik örüntüsüdür. Günümüzde neo-liberalizm ile muhafazakârlığın yakınlaşması da bu eksende ortaya çıkmıştır. 

Süleyman Seyfi Öğün 

Kaynakça

Aughey, Arthur, vd. The Conservative Political Tradition in Britain and the United States. Rutherford: Fairlegh Dickinson University Press, 1992.

Mc Clelland, John Scott. The French Right: From de Maistre to Mannas. London: Jonathan Cape, 1970.

Nash, George H. The Conservative Intellectual Movement in America Since 1945. New York: Basic Books, me Publishers, 1976.

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi