NAKŞİBENDİLİK

Necdet TOSUN views3327

Bahâeddin Nakşibend’e (ö. 791/1389) nisbet edilen tarikat. Nakşibendîlik tarikati adını XIV. Yüzyılda Orta Asya’da yaşayan Bahâeddin Nakşibend’den (ö. 1389) almaktadır. Bu tarikat XII. Yüzyılda Buhara civarında teşekkül eden Hâcegân tarikatının bir devamıdır. Gençliğinde Halil Ata isimli bir Yesevî şeyhinden istifade eden Bahâeddin Nakşibend, daha sonra Hâcegân yoluna mensup Emîr Külâl’e bağlanarak tasavvufî eğitimini tamamlamış ve Buhara’da halkı irşada başlamıştır. Tasavvufî eğitimde sesli zikrin yerine sessiz (hafî) zikri, kırk günlük inzivâ demek olan halvet yerine halk içindeyken kalben Allah ile beraberlik demek olan “halvet der encümen” prensibini benimsemiş, semâ ve musikî meclislerinden uzak durmuş, birçok tarikatın aksine silsileyi Hz. Ali’den ziyade Hz. Ebû Bekir’e bağlamayı tercih etmiştir. Yazılı bir eser bırakmadığı anlaşılan, ancak çok sayıda mürid yetiştiren Bahâeddin Nakşibend’den sonra onun adıyla anılmaya başlayan bu tasavvuf yolu önce Orta Asya’da daha sonra Anadolu, Hindistan ve Orta Doğu gibi farklı coğrafyalarda yayılmıştır. 

Nakşibendîliğin XV. Yüzyılda Orta Asya’daki en önemli temsilcilerinden biri olan Ubeydullah Ahrâr (ö. 1490) devlet yöneticileriyle de yakın ilişkiler kurmuştur. Aslen Kütahya’nın Simav ilçesinden olan Abdullah İlâhî (ö. 1491) o dönemde Semerkand’a giderek Ubeydullah Ahrâr’dan tasavvufî eğitim almış ve Anadolu’ya dönerek bu tasavvuf yolunu Anadolu, İstanbul ve Balkanlara kadar taşımıştır. Abdullah İlâhî’nin müridi olup İstanbul Fatih’te medfun olan Emir Buhârî (ö. 1516) ile devam eden bu kolda zamanla Lâmiî Çelebi (ö. 1532) gibi meşhur yazarlar da yetişmiştir. Yine XV. Yüzyılın meşhur âlim ve sûfîlerinden biri olup Afganistan-Herat’ta yaşayan Abdurrahman Câmî (ö. 1492) de bir Nakşibendî mensubu idi. Ubeydullah Ahrâr’dan sonra Orta Asya’da onun iki mürid ve halifesi bu tasavvuf yolunun devamında önem arz etmektedir. Birisi Muhammed Kadı Semerkandî olup onun da halifesi Ahmed Kâsânî Dehbîdî idi. Orta Asya’da devam eden tasavvuf yolu Nakşibendiyyenin Kâsâniyye veya Dehbîdiyye kolu diye anılmıştır. Bu kol bir ara Doğu Türkistan’da da etkili olup yayılmış ise de zamanla siyasallaşarak tasavvufî önemini yitirmiştir. Ubeydullah Ahrâr’ın diğer halifesi Muhammed Zâhid Vahşıvârî ile devam eden Nakşibendî kolu ise zamanla Hindistan’a taşınmış ve orada İmâm-ı Rabbânî ve Müceddid-i Elf-i Sânî diye anılan Ahmed Sirhindî ile yeni bir kol olarak devam etmiştir. 

Mektûbât isimli eseriyle meşhur olan İmâm-ı Rabbânî (ö. 1624) hem Hindistan’da Bâbürlü hükümdarı Ekber Şah’ın ürettiği “din-i ilâhî” isimli anlayışla, hem de toplumdaki bidat ve hurâfelerle mücâdele etti. Bazı sûfîlerin yanlış yorumladığı vahdet-i vücûd (varlığın birliği) fikrini izah edip onun tasavvufta aşılması gereken bir hâl ve algı tarzı olduğunu, vahdet-i vücûd anlayışının üzerinde vahdet-i şuhûd, onun da üzerinde abdiyyet (kulluk) mertebesi olduğunu söyleyerek tasavvuf düşüncesine yeni bir katkı sağlamış oldu. Dergâhında tasavvufî eserlerden çok tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm kitapları okutarak İslâmî ilimlerin ihmal edilmemesi gerektiğini vurguladı. Medrese ilimlerini önemsemeyen bazı sûfîlere karşı “âhirette bizi şeriattan (haram ve helalden) sorguya çekecekler, tasavvuftan değil”, “tarikat, şeriatın hizmetkârıdır” diyerek farklı bir yaklaşım ortaya koydu. 

İmâm-ı Rabbânî’nin “Müceddid” (yenileyici) lakabına istinaden kendisinden sonra devam eden Nakşibendî kolu Müceddidiyye adıyla da anılmıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin oğlu ve halifesi Muhammed Ma’sûm’dan (ö. 1668) tasavvufî eğitim ve icâzet alan Muhammed Murâd Buhârî (ö. 1720) bu kolu Anadolu’ya taşıyan ilk kişi olarak kabul edilir. Muhammed Ma’sûm’un diğer halifesi olup Mekke’ye yerleşen ve Anadolu’ya halifeler gönderen Ahmed Yekdest Cûryânî de bir diğer Müceddidî kolunun Anadolu topraklarında yayılmasını temin etmiştir. Bu son kolda Mehmed Emin Tokadî (ö. 1745), Müstakîmzâde Süleyman Sa’deddin Efendi (ö. 1788) gibi meşhur yazar ve sûfîler yetişmiştir.

XIX. yüzyılda Irak bölgesinden Hindistan’a gidip Delhi’deki Nakşibendî şeyhi Abdullah Dehlevî’den (ö. 1824) tasavvufî eğitim alarak geri dönen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den (ö. 1827) sonra devam eden Nakşibendî koluna da Hâlidiyye adı verilmiştir. Osmanlı son döneminde medrese ilimlerine önem veren Hâlidiyye mensupları, millî mücâdelelerde de etkin rol üstlenmişlerdir. Ruslar’ın Kafkaslar’a girmesi üzerine vatan müdafaası yapan Şeyh Şâmil (ö. 1871), Cezâyir’i işgale başlayan Fransızlara karşı millî mücadelenin komutanlığını üstlenen Emir Abdülkâdir el-Cezâirî (ö. 1847), Yalova bölgesinde Yunan askerlerine karşı savaşan Şerefeddin Dağistânî (ö. 1936), Erzurum bölgesinde Ermeniler’e karşı mücadele yürüten Alvarlı Efe (ö. 1956) hep Nakşibendîliğin Hâlidiyye koluna mensup kişilerdi.

Nakşibendîlik’te tasavvufî eğitim üç aşamada yapılır: 1. Letâif zikri: İnsan ruhunun alt boyutları demek olan beş latifeye, sonra nefs ve bedene yoğunlaşarak “Allah” diye zikretmektir. 2. Nefy u isbat: “Lâ ilâhe illallah” diye zikretmektir. Bu zikir genellikle nefes tutularak icrâ edilir. 3. Murâkabeler: Kur’ân-ı Kerim’den bazı âyetleri ve bazı tasavvufî kavramları derin bir şekilde düşünmektir. Topluca yapılan ve bazı Kur’an sûrelerinin belli sayılarda okunmasından ibaret olan “Hatm-i Hâcegân” önceleri belâ ve musibetleri def etmek için ihtiyaç hâlinde yapılırken zamanla haftada bir veya her gün yapılır hâle gelmiştir. Şeyhi sevip ahlâkını örnek almak anlamındaki “râbıta”, zamanla değişim ve gelişime uğramış, şeyhi düşünmenin müride feyz getireceği kabul edilerek yeni bir uygulamaya gidilmiş ise de buna yönelik ulemadan bazı eleştiriler meydana gelmiş, bunun üzerine savunmak için eserler kaleme alınmış ya da râbıtayı eski aslî şekline çevirip şeyh ile mürid arasındaki doğal muhabbet ve örnek almaya döndürenler olmuştur. Nakşibendîlik’te “kelimât-ı kudsiyye” diye anılan on bir prensip ise dervişin zikir esnâsında veya günün her vaktinde uyması gereken bazı kuralları ihtivâ etmektedir. 

Necdet Tosun

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi