ONTOLOJİ/VARLIKBİLİM

Kaan H. ÖKTEN views58336

Varlığı ve varolanları nelik ve nasıllıkları bakımından inceleyen felsefe dalıdır. Ontoloji, felsefenin ana disiplinlerinden biri olan metafiziğin alt dalıdır. Felsefenin diğer disiplinleri epistemoloji, etik, mantık, estetik ve toplumsal-siyasal felsefedir. 

“Ontoloji” terimine 1606’da ilk kez Lorhardus yer vermiş ve metafizik ile ontolojiyi eş tutmuştur. Öte yandan 1613’te Goclenius da ontologia ve ontologike terimlerine yer vermiştir. Bu terim, Eski Yunanca iki sözcüğün birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir neolojizmdir: Olmak, mevcut olmak, bulunmak, ait olmak, bir şeyin kökeni olmak anlamındaki εἰμί [eimi] fiilinin olan, bulunan, varolan anlamında şimdiki zaman tekil ortacı ὄντος [ontos] ile söz, sözcük, kanıt, düşünceye dayalı tartışma, tanım, söylev, yapıt, edebiyat, akıl, zekâ, sağduyu, düşünce, açıklama ve bilgi edinmeye yönelik araştırma veya bilim gibi anlamlara sahip olan λόγος [logos] isminin birleştirilmesinden oluşmuştur. Buna göre, genel olarak varlığın ve özel olarak varolanların akla dayalı (rasyonel) biçimde yani felsefi olarak araştırılması, tartışılması, kanıtlanması, tanımlanması, kategorize edilmesi, bunlar arasındaki ilişki ve ilintilerin açığa çıkarılmasına ve bir bütün içinde açıklanmasına ontoloji denir. 

Görülebileceği gibi, müstakil bir araştırma sahası olarak “ontoloji”, Orta Çağ sonrasında bu isimle anılır olmuştur. Oysa Orta Çağ’da “metafizik” ifadesi kullanılmıştır. Bu da Antik Çağ’dan gelen bir anlayışa dayanmaktadır: “Metafizik” terimi Eski Yunancadaki τὰ μετὰ τὰ φυσικά [ta meta ta physika] ifadesinden gelmektedir ve “fizikle/doğayla ilgili şeylerden sonraki şeyler” demektir. Aristoteles’in (ö. MÖ 322) bu isimde bir kitabı varsa da aslında bu isimlendirme kendisine ait değildir. Ne Aristoteles ne de ondan önceki herhangi bir düşünür “metafizik” tabirini kullanmıştır. Bu isimlendirme, daha sonraları Aristoteles’in yapıtlarının derlenmesi sırasında oluşturulan fihristlerden ileri gelmektedir. Buna göre, Aristoteles’in yapıtları mantık, fizik/doğa, fizikle/doğayla ilgili şeylerden sonrakiler, siyaset ve ahlak, hitabet ve edebiyat olmak üzere beş büyük gruba ayrılmıştır. Fiziksel ve doğal şeylerin ilke ve nedenlerinin araştırılmasına Aristoteles “birincil/ilksel felsefe” demiştir. Aristoteles’in bununla ilgili metinlerinin derlendiği yapıt grubuna Antik Çağ’daki editörler “ta meta ta physika” demişlerdir. Daha sonraları bu isimlendirme, bu tarz araştırmaların tümünü kapsayacak şekilde “metafizik” olarak kullanılmıştır. Fiziki gerçekliğin ve bunun ardındaki nihai hakikatin ne olduğunu, bunların ilke ve nedenlerinin ne ve nasıl olduğunu, bunlar arasındaki ayrım, sınıflandırma ve hiyerarşinin ne olduğunu ve neden böyle olduğunu, tüm bunların nasıl mümkün olduğunu inceleyen ve tarihsel olarak felsefenin en üst ve en soyut mertebesi kabul edilen disiplin metafizik olmuştur. Dolayısıyla Antik Çağ düşünürleri için metafizik, fizik ile teolojiden ayrımlaşmamış, müstakil bir alan olarak henüz ortaya çıkmamıştır. İlk ayrımlaşma Geç Antik Çağ ve Orta Çağ döneminde metafizik ile teoloji arasında olmuştur. Daha sonraları Geç Orta Çağ ile Yeni Çağ’da fizik kendi yol ve yöntemini izlemeye başlamıştır. Ontolojinin müstakil bir alan olarak ortaya çıkışı ise Yeni Çağ’da, özellikle de 17. yüzyılın başlarında görülmüştür. Bu sayede varlık ve varolanlar hakkındaki araştırmalar, müstakil bir sahaya kavuşmuştur. Ontolojinin müstakilleşmesiyle birlikte, Yeni Çağ ve Yakın Çağ felsefesi, pekçok farklı yaklaşımlar sayesinde çeşitli değişim ve dönüşümler geçirmiş ve geçirmeye de devam etmektedir. 

Tarihsel açıdan bakıldığında varlık ve varolanlar hakkındaki felsefi akıl yürütmelerin çıkış noktası, Parmenides’in varlık hakkındaki görüşleri olmuştur. Duyulardan hareket eden ve çok sayıda bağımsız nesnenin varlığını veri kabul eden yaygın yaklaşımın tersine Parmenides, varlığın meydana getirilmemiş, yok edilemez, bütün, biricik, dingin, bitimsiz, öncesel ve sonrasal olmayan, hep şimdide olan ve hiçbir yerinde farklı olmayan, kesintisiz süreklilik içinde olan, doğmamış, yaratılmamış, sonlanıp yok olmayacak eksiksiz, bir ve tam olduğunu savunmuştur. Buradan hareketle Antik Çağ düşünürleri değişim, dönüşüm ve devinim; çokluk, birlik ve teklik; mutlaklık, hiçlik ve görecelik gibi hususlara akıl yürütmek suretiyle yani mantıksal çıkarım, temellendirme ve gerekçelendirmelerle yanıt bulmaya çalışmışlar, çözümlemeler yapmışlardır. Metafizik yahut ontolojinin çıkış noktası bu olmuştur.

Varlık ve varolanların nasıl incelenmesi, hangi ölçütlere göre değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin tartışma Parmenides’le (ö. MÖ 460?) başlamış, Platon (m. MÖ 348/7) ve Aristoteles’le kritik bir eşikten geçmiştir. Özellikle Aristoteles, varlık olarak varlığın çeşitli düşünsel ve fiili kategorilere tabi olduğunu, varlık hakkında konuşup düşünmenin farklı minvallerde cereyan ettiğini açığa çıkarmıştır. Buradan da farklı kategori sistemlerine başvuran çeşitli ontoloji sistemleri ortaya çıkmıştır: hiyerarşik kategori sistemi, eşdeğerli kategori sistemi, eklemlenmiş kategori sistemi gibi. Bu itibarla felsefe tarihi içinde en uzun süren ontoloji tartışmalarından birisi, mevcut olan şeyler ile bu şeylerin zihindeki temsilleri hakkındadır. Bunun temelinde Platon’un evrensel kavramlar hakkındaki akıl yürütmeleri yatmaktadır. Bu tartışma, idealist ontoloji veya mevcudiyet metafiziği olarak isimlendirilmiştir. Mevcut olan şeylerin mevcudiyetlerinin bilişsel dayanağını yani özneden bağımsız olup olmadığını sorgulayan bu tartışma, hâlen güncellik ve etkililiğini korumaktadır. Bir diğer mecra, felsefe tarihi içinde tümeller tartışması olarak isimlendirilmiştir. Buradaki mesele, bir yandan kavramların (örn. “ağaç”, “bulut”, “mavi”), somut olarak mevcut olup olmadıkları, diğer yandan ise tek tek var olanların (yani “bu ağaç”, “şu bulut”, “bu mavi kalem”) soyut olarak varlıklarının neyi temsil ettiği tartışmasıdır. Bu bağlamda evrensel kavramların, tekil varolanlardan bağımsız olarak mevcut olup olamayacakları mesele teşkil etmiştir. Bu tartışmanın sonunda metafizik ile teoloji yollarını ayırmıştır. 

Öte yandan düşünülür nesneler ile duyulur nesnelerin varlıkları hakkındaki tartışma da önemli bir yere sahiptir. Bu süreçte metafizik dahilindeki ontoloji, kendine müstakil bir yer açmış; mantık, sentez ve analiz üzerinde duran bir yöntem inşa etmiştir. Özellikle uzay ve zaman hakkındaki akıl yürütmeler, empirik yani deneysel ve gözlemsel doğa bilimlerinin (fizik, mekanik ve astronominin) gelişmesiyle, Antik Çağ ve Orta Çağ’daki tartışmalardan farklı bir mecraya girmiştir. Tartışma nedensellik, uzay ve zamanın mutlaklığı ve özneden bağımsızlığı, devinimin ve güçlerin matematikselliğine doğru evrilmiştir. Bu noktada ontoloji tarihi, empirisist bir mecraya taşınmıştır. 

Metafizik ve ontolojinin Yeni Çağ’daki kırılma noktasını, Kant’ın (ö. 1804) 1781’de birinci basımını ve bazı değişikliklerle 1787’de ikinci basımını yayımladığı Saf Aklın Eleştirisi adlı kitabı ve bundan sonraki eleştirel çalışmaları teşkil etmiştir. Kant’ın eleştirel felsefesine “transendental idealizm” denilmekte olup geleneksel metafizik ve ontoloji anlayışını tümüyle dönüştürmüştür. Bundan sonra başlayan ve günümüzde de hâlen devam eden tartışmalar, aslında Kant’ın transendental idealizm felsefesini alımlayıp geliştirme veya reddedip değiştirme faaliyetinden ibaret sayılabilir. Kant’a göre dışımızdaki ve içimizdeki dünya, kendinde şeylerin bilişinin dünyası değil, onların tezahürlerinin bilgisinin dünyasıdır. Bu itibarla Kant, Antik Çağ ve Orta Çağ metafiziğinin ana meselelerinin, aslında içerik bakımından boş ve yargı verme bakımından geçersiz olduğunu (daha doğru bir ifadeyle: bir bilginin nesnesi olamayacaklarını) göstererek, görü ve anlama yetisinin deneyimden kaynaklanmayan (saf ve a priori) temel form ve süreçlerini açığa çıkarmıştır. Tanrının varlığı, irade özgürlüğü, ruhun ölümsüzlüğü gibi idelerin ancak pratikte düzenleyici rol oynayabileceklerini göstermiştir. Fichte, Schelling ve Hegel gibi düşünürler ise “Alman İdealizmi” denilen Kant sonrası dönemde; tin, bilinç ve benin diyalektik ontoloji içindeki kurucu rolünü ortaya koymuşlardır.

Yirminci ve yirmi birinci yüzyılda ontoloji tartışmaları, çeşitli mecralarda cereyan etmiştir. Örneğin “Kıta Avrupası Felsefesinde” Husserl, formal kavramlardan hareketle fundamental bir bilim olarak ontolojiyi transendental idealizm çerçevesinde ve özsel indirgeme içinde inşa etmiştir. Öte yandan Hartmann “yeni ontoloji” olarak ifade ettiği felsefesinde özselliği konu etmemiş, varolanların form çokluğunu ve birbiriyle ilintililiğini odağa taşımıştır. Buna karşılık Heidegger, ontolojinin ancak fenomenolojik-hermeneutik zemin üzerinde bina edilebileceğini savunmuş, varlık ile varolanlar arasında “ontolojik ayrımın” bulunduğunu öne sürmüş, varoluşsal ve mantıksal/dilsel çözümleme sayesinde varlığın anlamının kaygı olarak açımlanabileceğini ifade etmiştir. 

Bunlardan farklı olarak “Analitik Felsefe”, geleneksel ontolojinin soru formülasyonlarının içeriksel ve gönderimsel boşluğu üzerinde durmuştur. Ontolojinin esasen bir dil veya kuram kapsamı içindeki varsayımların ön kabulü olduğunun altını çizmiştir. Dilsel ve mantıksal analizlerin ışığı altında hangi ontolojik bağlılıkların söz konusu olduğu üzerinde durulmuştur. Bu noktada Russell, Wittgenstein, Carnap ve Quine gibi düşünürler, gerçeklik ile dil arasındaki ilişkiyi göstermek bakımından önemli katkılarda bulunmuştur. Kripke’nin dil metafiziği ise (yani dil dahilinde ifadede bulunmak ile dile sayesinde araştırma yapmak ayrımı) günümüzdeki tartışmaların odağında yer almaktadır. Bu bağlamda özcü ve hatta nominalist meseleler yine ön plana çıkmıştır. 

Kaan H. ÖKTEN

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi