ORTA ÇAĞ FELSEFESİ

Hasan AYDIN views11056

İlkçağ ile modern çağ arasındaki tarihsel dönem olan orta çağda üretilen felsefeye verilen ad. Kimi düşünürler orta çağ felsefesi deyişini batı uygarlığına özgülemeye çalışsalar da, genel kanıya göre, Orta Çağ felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği barındırır. Bu dört gelenek, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm olmak üzere üç tek-tanrılı dinin yaygın olduğu kültür atmosferinde yeşerir.

MS 1. yüzyılda İskenderiye’de Yahudi filozof Philon (ö. yk. MS 50) ile başlayan ve İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde 10-13. yüzyıllarda İbn Cebirol (ö. 450) ve İbn Meymûn (ö. 601) gibi Musevî düşünürler tarafından işlenmiş olan Yahudi felsefesi bu geleneklerden ilkidir. Bu felsefe, büyük ölçüde Yahudi kutsal metinlerini alegori görür ve onların felsefi yorumuna yönelir. Bu bağlamda, Tanrı’nın varlığı ve niteliği, yaratılış, ruhun kurtuluşu, ilahi sözün (logos) ve ilahi yasanın egemenliğini gibi sorunları felsefi bakımdan temellendirmeyi amaçlar. 

İkincisi, Batı ya da Avrupa’da gelişip, başlangıçta Grekçe, daha sonra Latince ifade edilmiş olan Batı Hristiyan felsefesidir. Bu felsefe genelde iki ana dönem olarak ele alınır. İlk dönem, MS 2. yüzyıldan 8. yüzyıla değin olan süreci kapsar ve patristik felsefe adı verilir. Patristik sözcüğü kilise babalarına gönderme yapar; bu dönemde felsefeyle ilgilenen Aristides (ö. 134), Tatianus (ö. 176), Tertullianus (ö. yk. 225), Clemens (ö. MS 99), Origenes (ö. 253), Boethius (ö. 524) ve Augustinus (ö. 430) gibi düşünürler kilise babasıdır. Patristik felsefe, özde apolojik (savunmacı) bir karakter taşır ve putperestliğe, gnostisizme ve felsefeye karşı Hristiyan inancını savunmayı amaçlar. Bu apolojik (savunmacı) tavır, zaman içinde din-felsefe, akıl-iman ilişkisinin tartışılmasına yol açmış; kimi kilise babaları felsefeyi reddetseler de kimileri Hristiyanlığın savunulmasında, inanç esaslarının akılla temellendirilmesinde ve kültürlü kesimlere seslenme konusunda felsefeyi gerekli görmüşlerdir. Böylelikle, Stoacı, Platoncu ve Yeni Platoncu felsefi anlayışlar, Hristiyan teolojisine nüfuz etmeye başlamıştır. Patristik felsefeye bir süreç olarak bakıldığında, Tertullianus’un “saçma olduğu için inanıyorum” şiarından, Augustinus’çu “anlamak için inanıyorum” şiarına doğru bir devinim gözlendiği söylenebilir. Kuşkusuz, anlamak için inanıyorum şiarı, felsefeyi dinin ya da teolojinin hizmetine soksa da felsefeye ikincil de olsa bir değer atfetmektedir. Batı Hristiyan felsefesinin ikinci dönemi, 8. yüzyıldan 15. yüzyıla değin olan süreci kapsar ve bu döneme skolastik felsefe denilir. Skolastik, Latincede okul anlamına gelen "schola" sözcüğünden türetilmiştir ve scholasticus terim olarak, okul felsefesi anlamında kullanılmaktadır. Skolastik felsefe, özde Augustinusçu, anlamak için inanıyorum şiarının geliştirilerek Hristiyanlığın felsefi olarak daha sistematik hâle getirilmesi yönündeki çabalardan oluşur. Bu dönemde, Hristiyan amentüsü temelinde bir eğitim sistemi oluşturulmuş; felsefe amentüsünün temellendirilmesinde ve dinsel metinlerin akılsal yorumunda işlevsel olarak kullanılmıştır. Bu dönemin en önemli temsilcileri arasında, John Scotus Eriugena (ö. 877), St. Anselmus (ö. 1109), Petrus Abelardus (ö. 1142), Aquinalı Thomas (ö. 1274), Roger Bacon (ö. 1292), John Duns Scotus (ö. 1308), Ockhamlı William (ö. 1347) gibi düşünürlerden söz etmek olasıdır. Skolastik felsefe Hristiyanlık temelinde yapılanmış sistemci bir felsefedir ve özünü, her şeyden önce Tanrı’nın varoluşu, neliği, tümellerin varlığı ve konumu, Tanrı-evren ilişkisi, inançla akıl, doğayla Tanrı’nın inâyeti, iradeyle zihin, devletle kilise arasındaki ilişkiler, Tanrı’nın mutlak bilgisiyle insan özgürlüğünün nasıl uzlaştırabileceği, kötülük sorunu ve insanın kurtuluşu vb. problemler oluşturur. Patristik felsefede, daha çok Platon (ö. MÖ 348/347) ve Yeni Platonculuğun etkisi söz konusuyken, skolastik felsefede, İslâm dünyasından ve antik Yunancadan yapılan çevirilerle, Aristoteles’in (ö. MÖ 322) etkisinin ön plana çıktığı söylenebilir. Ancak skolastik dönemin sonuna doğru, Platon ve Aristoteles gibi otoritelerin eleştirilmeye başlandığı, özellikle Ockhamlı William ve takipçilerince, dinle felsefenin, akılla imanın yollarının ayrılmaya çalışıldığı; tümellerin gerçek olmayıp sadece adlardan ibaret olduğu; Tanrı’ya akılla ulaşmanın olası olmadığı, Tanrı’nın kabulünün iman konusu olduğu gibi tezlerin savunulduğu görülür. Bu anlamda, skolastik dönemin sonuna doğru, dinle felsefeyi ayıran ve felsefeyi nesneler dünyasındaki tekil var olanlara özgüleyen bir anlayışın belirmeye başladığı, bu durumun, kilisede gözlemlenen sorunlarla birleşerek Rönesans ve reform hareketlerinin doğuşunu hazırladığı söylenebilir. 

Üçüncüsü, MS 5. yüzyıldan Bizans’ın yıkılışına yani 1453’e değin süren ve Doğu Hristiyanlığı ve antik gelenek ışığında gelişen Bizans İmparatorluğu içindeki Yunanca, Süryanice vb. dillerle ortaya konmuş Doğu Hristiyanlığı ya da Bizans felsefesidir. Bu felsefe, Hz. İsa’nın doğası ve Tanrı-evren ilişkisi ve insanın kurtuluşu üzerinde yoğunlaşır. 

Dördüncüsü, İslâm dünyasında yaklaşık 9. yüzyıllarda ortaya çıkmış ve 15-16. yüzyıllara değin canlı bir gelenek olarak devam etmiş ve büyük ölçüde Arap dilinde ve kısmen Farsça ifade edilmiş olan İslâm felsefesidir. Bu felsefede, Ebû Bekir Zekeriya er-Râzî (ö. 925) ve İbn er-Ravendi (ö. 301/913) gibi kurulu dinleri eleştiren düşünürleri bir kenara bırakırsak, Meşşaîlik ve İşrâkîlik olmak üzere iki büyük ekolle karşılaşılır. İlk ekolde, Al- Kindî (ö. 873), Abu Nasr Al-Fârâbî (ö. 950), İbn Miskeveyh (ö. 1030), İbn Sînâ (ö. 1037), İbn Bâcce (ö. 1138) ve İbn Rüşd (ö. 1198) gibi filozoflar; ikincisinde, Yahya ibn Habash Suhreverdî (ö. 1191), Mir Damat (ö. 1631), Molla Sadrâ (ö. 1640) gibi filozoflar etkili olmuşlardır. Her iki ekol de özde İslâm’a atıflar yapmakla birlikte, Meşşaîlik daha çok Yeni Platoncu bir renge büründürülmüş Aristoteles’e; İşrâkîlik ise mistik bir kılığa sokulmuş Platon’a dayanır. İslâm felsefe geleneğinin tartıştığı sorunlar geniş bir çeşitlilik gösterir. Merkezi sorunlar, kuşkusuz, din-felsefe ilişkisi ve Tanrı-evren ilişkisi üzerinde yoğunlaşır. Ancak, bu sorunlar tartışılırken, varlık, bilgi ve değerler alanına yönelik pek çok felsefi sorunun bir sistem çerçevesinde tartışıldığı görülür. İslâm felsefesi, antik Yunan felsefe mirasını benimseyip İslâmî kültür atmosferinde onu geliştirdiği gibi, Batı’da skolastik felsefeye de pek çok tartışma malzemesi sağlamış, skolastik felsefeden Rönesans ve reform hareketlerine giden yolda önemli katkılar sunmuştur. 

Sıraladığımız bu felsefe gelenekleri, zamansal, coğrafi ve kültürel dayanakları bakımından farklılıklar sergileseler de, yukarıdaki ifadelerimizden de anlaşılacağı gibi, araştırdıkları felsefi sorular ve felsefe yapma tarzları bakımından bir birlik de sergilerler. Farklılıklara rağmen, orta çağ felsefesinin birlik meydana getirmesinin üç temel nedeni olduğu söylenir. İlk neden, orta çağ felsefesinin, Eski Yunan felsefe mirası üzerinde yükselmesidir. Bu mirasta, Platon’un ve Aristoteles’in felsefeleri merkezde yer alır. Fakat orta çağda anılan düşünürlerin felsefeleri, doğrudan değil dolaylı yoldan, daha çok Yeni Platoncu kanal üzerinden etkili olmuştur. İkinci neden, dört ayrı felsefe geleneğinin birbirleriyle yakın bir ilişki içinde olmasıdır. Sözgelimi, ilk kilise babalarının Yahudi düşünürleriyle etkileşimleri bulunduğu gibi, İslâm dünyasına felsefenin aktarılmasında da, doğu Hristiyanlarının büyük rolleri olmuştur. Yine orta çağ İslâm dünyasında yetişen İbn Cebirol ve İbn Meymun gibi Yahudi kökenli düşünürler, İslâm filozoflarından, yoğun bir biçimde etkilenmişler, yine İslâm felsefesi 12. yüzyılda başlayan ve 15. yüzyıla değin süren çeviriler aracılığıyla Batı’da skolastik düşünceye kaynaklık etmişlerdir. Üçüncü neden, dört ayrı geleneğin de, vahye dayalı tek-tanrılı dinlerin hâkim olduğu kültürlerin bir parçası olmalarıdır. Bu durum doğal olarak, akıl-nakil, felsefe-din, Tanrı-evren, Tanrı-insan ilişkilerinin tartışmaların merkezine oturması anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, orta çağ felsefesi, ilkçağ felsefenin tersine, dinî öğretileri temellendirme çabası sergileyen, dinden etkilenmiş olan felsefelerdir. Bu dönemde felsefe, bir yandan dinselleşirken, öte yandan akılsal yapısıyla dine ve inanca kuramsal bir çerçeve sunmuş ve felsefî bir temel sağlamıştır. Şu hâlde, Orta Çağ felsefesini, bir bütün olarak, tek-Tanrılı dinlerin egemen olduğu bir kültür atmosferinde felsefenin serüvenine işaret ettiği söylenebilir. Bu serüvenin, antik Yunan’da doğan ve gelişen felsefeye yeni unsurlar, yeni felsefi sorular eklemlediği açıktır. Bunlar orta çağ felsefesinin özgün yanlarına işaret eder. Bunların kimilerine işaret etmek bakımından varlık, bilgi ve değer alanına yönelik kimi hususları kabaca ele almak aydınlatıcı olacaktır. 

Orta çağ felsefesi, tıpkı ilkçağ felsefesi gibi ontolojiyi merkeze alır. İlkçağ ontolojisinde temel sorun şeylerin aslının ne olduğu, bu asıldan tekil formların nasıl meydana geldiği sorunlarıdır. Fakat orta çağ sorunu büyük ölçüde Tanrı’ya ve Tanrı-evren ilişkisine odaklar. Tanrı Yunanlı filozofların sandığı gibi, salt akılsal bir varlık olarak görülemez; O, akılsallığın yanında mutlak bir kudret ve irade olarak kabul edilmelidir. Dolayısıyla orta çağ felsefesinin, Tanrı tasavvurunda yeni bakış açısı getirdiği, aşkın olan Tanrı’yı zorunlu, nedensiz, varlığı ve özü bir ve aynı olan, değişmeyen, çokluk içermeyen, nedenler nedeni, her şeyin yaratıcısı, her şeyin ereği olan varlık vb. şekilde tanımlama yoluna gittiğini söylemek gerekir. Orta çağ felsefesinde, Tanrı bu türden nitelemeler ile ifade edilse de, özü bakımından O’nun duyuların, imgelemin ve aklının ötesinde bulunduğunun, O’nun özünü dil içinde ifade etmenin mümkün olmadığının sıklıkla dile getirildiği görülür. Daha da öteye gidilerek, neliği insan aklınca kavranamayan Tanrı’nın varlığının a priori ve a posteriori yollarla kanıtlanabileceği ileri sürülür. 

Yunan felsefe geleneği, hiçten hiçbir şeyin meydana gelemeyeceği, dolayısıyla maddenin ezeli olarak var olduğu tezine dayanırken, tek-Tanrılı dinler evrenin zaman içinde Tanrı tarafından yoktan yaratılmış olduğunu savunurlar. Bu çerçeve içinde yer almak üzere hemen bütün orta çağ filozofları evrenin şu veya bu anlamda Tanrı’dan bağımsız bir varlık olduğu görüşünü reddetmelerinin yanı sıra, onun şu veya bu anlamda kendiliğinden bir yapıya, bir doğaya sahip olduğu tezini de eleştirmişlerdir. Orta çağ filozofuna göre, evren hiçten yaratılmış ya da Tanrı’dan sudûr etmiştir. Yaratmanın ya da sudûrun bir nedeni yoktur. Bu konuda söylenebilecek tek şey, yetkin olanın, iyi olanın taşması ya da kendisini açığa vurmasıdır. Bu yaratma ya da sudur olmuş bitmiş bir şey değildir, süreklidir. Şeyler, hem varlıklarını hem de sürekliliklerini Tanrı’dan alırlar. Şu hâlde yaratılmış olan evren, nedenli, mümkün, özü ve varlığı ayrı olan, değişime uğrayan, çokluk içeren ve kendinde varlığı olmayandır. Evrendeki her şey, Tanrı’nın bilgisi, iradesi, kudreti ve lütfunun bir ürünüdür; bu yüzden evren ve evrendeki şeyler Tanrı’nın birer göstergeleridir. 

Tanrı’nın yoktan yarattığı ve yönettiği olumsal evren, orta çağ filozofuna göre, madde ve form çerçevesinde tanımlanabilecek tek tek bireysel tözlerden oluşur. Bu tözler, formlarına bağlı olarak, hem hiyerarşik hem de ereksel bir düzen oluşturulurlar. Bu düzen, şeylerin form kazandıkça ortaya çıkan etkinliklerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini de belirler. En altta, yoktan yaratılmış, formsuz, belirsiz ilk madde bulunur; bu belirsiz maddenin ilk form almış hâli dört öğede, yani toprak, su, hava ve ateşte ortaya çıkar. Bunların üstünde, dört kökten oluşan cansız bileşik formlar, yani madenler bulunur. Bu bileşik formların üzerinde bitkisel formlar yer alır. Bitkisel formlar, beslenme, üreme ve büyüme yetkinliğine sahiptirler. Bitkisel formların üstünde hayvansal formlar yer alır. Hayvansal formlarla birlikte formun sadece bir hareket ilkesi olarak değil, aynı zamanda bilgi edinme ilkesi olarak da belirdiği görülür. Bununla birlikte bu formların hareketin ilkesi olmaları, onların hareketin gerçekleşmesi için bir bedenle ortaklaşa iş görmeleri gerektirdiği gibi, bilgi elde etmeleri için de gene bir bedene ihtiyaç duymalarıdır. Bunların da üstünde insansal formlar yer alır. Bu formlar da kendilerinden daha yüksek bir varoluş sergileyen meleklerle benzerlik içindedir. Bu tür formlar, iradi hareketin yanında akıl aracılığıyla maddeli ve maddesiz şeyleri bilme yeteneğine sahip olurlar. İnsani formların üzerinde, maddesiz meleksi formlar yer alır; onların insansal formdan farkları, aklın maddesiz bilgisini doğrudan elde edebilmeleridir. En üstte ise tümüyle maddesiz salt eylemsel hâlde olan Tanrı bulunur. Herhangi bir formun, hiyerarşik düzende nerede bulunduğu, onun hem yapısını, hem değerini, hem etkinliğini hem de ereğini beliler. Hiyerarşideki formlar Tanrı’ya yaklaştıkça ve ona benzedikçe daha yetkinleşmekte, ondan uzaklaştıkça ve maddeye yaklaştıkça yetkinlikleri azalmaktadır. Bu varlık hiyerarşisi, pay alma kavramıyla da ilişkilendirilir. Her sonlu varlık, başka varlıklardan, bu varlıkların hem nedeni ve hem de sonucu olmak suretiyle pay alır. Yine her varlık, üstekine göre, edilgin, alttakine göre etkindir. Edilginliğin en altı, belirsiz madde, etkinliğin en üst formu ise tanımlanamaz olan Tanrı’dır. Aynı durum, şeylerin iyilik ve neden olmaları için de geçerlidir. Bir şeyin, Tanrı’ya yaklaştıkça iyiliği ve nedensel gücü artmakta, uzaklaştıkça azalmaktadır. 

Bu varlık hiyerarşisinden de çıkarsanacağı gibi, orta çağ filozofuna göre, insanın konumu merkezidir; o, göksel olan ile yersel olanın tam ortasındadır. İnsan, bedensel özellikleriyle madenlere; büyüme, beslenme ve üreme özellikleriyle bitkilere; duyusal özellikleriyle hayvanlara benzer; ancak aklıyla onlardan ayrılır; meleklere yaklaşır. Bu yüzde orta çağ filozofuna göre, insanın ayırt edici vasfı akıldır. İşte bu ayrım noktası, ortaç ağ filozofunun epistemoloji ve aksiyolojiye ilişkin görüşlerinin merkezini oluşturur. Onlara göre, insan, teorik akılla kuramsal; pratik akılla eylemsel bilgilere ulaşır. Bu yönüyle teorik bilgi tümüyle maddeden soyutlanmış tümele; pratik bilgi ise maddeyle ilişkili tikele dönüktür. Teorik akıl, duylar ve imgelemden gelen maddeyle ilişkili tekil formları soyutlayarak tümele ulaşmayı erekler. Ancak teorik aklın tümele ulaşması, salt duyular ve imgelemden gelen tekillerin soyutlamasıyla elde edilemez; bu konuda tanrısal aydınlanmaya da gereksinim vardır. Kuramsal bilgi, tümele yönelik olduğundan, tümellerin varlığı sorunu orta çağın en tipik felsefi sorunlarından birisi olmuştur. Tür ve cinslere yönelik bu tartışmada, üç görüşün taraftar bulduğu görülür: İlki tümellerin gerçekliğini ve ayrı bir dünyada bulunduğunu savunan kavram realizmi; ikincisi tümellerin tekilde bulunduğunu iddia eden konseptulizm; üçüncüsü ise tümellerin seslerden ve adlardan ibaret olduğunu savunan nominalizmdir.

Orta çağ filozofuna göre, insanın kurtuluşu için teorik bilgelik yeterli değildir; bu bakımdan kurtuluşa erecek insan, teorik aklıyla elde ettiği kuramsal bilgilerinin yanında pratik aklı ve imanıyla eylemsel yaşantısını düzenlemelidir. Nihai mutluluk ya da ölümsüzlük, ancak bu şekilde elde edilir. Bu açıdan insanın özgür iradesiyle ilahi olana yönelmesi, bedensel istek ve arzularını denetlemesi, günahlardan arınması gerekir. Ahlak ve siyasetin temel ödevi de burada ortaya çıkar. Bu ödev, insanın nihai mutluluğuna hizmet etmesi, insanın kurtuluşu için vesile olmasıdır. 

Hasan Aydın

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi