On dördüncü yüzyılın ortalarında öncülüğünü dil bilimci ve eğitimcilerin başlattığı, merkezine birey ve ulusu yerleştiren, kısa sürede etkilerini sanatta, siyaset-din ilişkilerinde ve bilimsel tartışmalarda gördüğümüz Batı Avrupa merkezli tarihsel dönem/süreçteki felsefî çerçeveye verilen addır.
Rönesans felsefesi kaotik bir geçiş dönemidir. Çünkü Orta Çağ’da üretilen ontoloji çözülmüş, ancak yerine de tamamlanmış, nihai bir ontoloji ve buna dayalı düşünsel ölçütler henüz ihdas edilmemiştir.
Döneme damgasını vuran hümanistler, Aristotelesçiliğin dogmatik bilimselliğinin yerine dil bilimi-retorik çiftini öne çıkarmayı tercih ettiler. Nitekim Orta Çağ diyalektikçisinin gözünde şair olarak görülüp küçümsenen Platon, onların dünyasında yeniden itibar kazandı. Aristoteles’e karşı çıkmak düşünsel özgürlüğü simgelerken, hümanistler Platon ve yeni-Platonculuktan çeviriler yapıp, Akademi’yi yeniden kurarak kendi pozisyonlarını güçlendirmekteydiler. Bu düşünürler Aristoteles’in doğalcı tutumunu reddederek Platonculuğun tinsel eğilimine kapılmışlardı.
Örneğin Marcilio Ficino (ö. 1499) bu anlayışın önemli bir temsilcisidir. Ona göre de insan manevi-olan ile maddi dünya arasında bir köprüdür. Esasen yeni Platoncu bir tasarım olarak varlığı, Tanrı’dan başlayıp maddeye kadar uzanan bir hiyerarşi olarak kabul eder. İnsan bu hiyerarşide köprü oluşuyla özerk bir varlıktır. Ruh bu özerkliğin bilincinde olduğundan insan kıymetlidir. İnsanın özerkliğinin bilincine varma süreci iş görmesiyle ilişkilidir. Nitekim insana hazır bir dünya sunulmaz, o kendi yaşam dünyasını çalışarak yaratır. Bu bakış açısında pagan Yunan anlayışını görürüz. Hayvanlar adeta yetkin hâlde doğarken insan, yaşamı boyunca gelişimini tamamlamak için çabalar. Özgür iradesiyle gelişir, gerçekleştirmesi muhtemel sayısız potansiyel taşır.
Öte yandan hümanistler arasında Aristoteles mantığına ciddi reddiyeler de üretiliyordu. Örneğin Lorenzo della Valla’nın (ö. 1457) eseri bunlardan ilkiydi. Valla’nın görüşüne göre, düşüncenin işlevi şeylerin bilgisini vermektir. Dilin amacı da bu bilgiyi aktarmaktır. Ancak Aristoteles mantığı bu amacı yerine getirmekte başarısızdır. Zira mantığın terimleri şeylerin somut özelliklerine kapalıdır ve bu hâliyle gerçeği yansıtmaktan da uzaktır. Bu nedenle dilde bir reform gereklidir, dahası mantık da yerini retoriğe terk etmelidir. Nitekim Valla’ya göre retorik, somut gerçekliği konu alan bir kavrayıştır.
Rönesans’ta öne çıkan bir diğer tutum da kuşkuculuktu. Örneğin Michel de Montaigne (ö. 1592) Denemeler’de “bilginin imkânsızlığıyla, duyu algısının göreliliğiyle, aklın göreliliği aşıp mutlak hakikate erişebilmesinin olanaksızlığıyla, özne ve nesnedeki sabit ve sürekli değişmeyle, değer yargılarının göreliliğiyle” ilgili hemen tüm argümanlarını yeni baştan ortaya koydu. Bu durum din için de geçerliydi: Şu ya da bu dinin teorik temellerinin rasyonel olarak temellendirilemeyeceği inancındaydı. Ahlakî bilinç ile doğaya itaatin dinin özünü meydana getirdiğine inanırdı. Kuşku, onun gözünde, nihai hiçbir hakikate bağlanmamaktan, kesin hiçbir doğrunun olduğuna inanmamaktan ama doğruyu her şeye rağmen aramaya çalışmaktan başka bir şey değildi
Tüm bunların dışında Rönesans’ta doğa felsefesinde de ciddi gelişmeler yaşanmıştır. Özellikle atomculuğun etkisi altında kalan düşünürlerin bizatihi dünyanın imtiyazlı bir yer olmadığı anlayışına ulaşmaları uzun sürmedi. Rönesans’ın doğa filozofları doğayı genelde, “canlı ile cansız, ruh ile madde arasındaki, Orta Çağ düşüncesine özgü, keskin ayrımların kendisinde artık geçerli olmadığı bir organizma olarak” telakki etmeye başladılar. Bu dönemin doğa felsefeleri, daha ziyade panteistti. Burada öne çıkan husus şudur: Onlar düşünce yönelimleri gereği “doğayı doğaüstü olana bağlayan bağları zayıflatmaktadırlar”.
Örneğin Orta Çağ’ın doğa anlayışından ayrılan düşünürlerden biri Cusanus (ö. 1464), diğeri de Bruno’dur (ö. 1600). Cusanus evreni kendi kendini açımlayan bir sistem olarak ele alır. Sistemin başına tanrıyı yerleştirir. Tanrı, karşıtların tek ve mutlak sentezidir. Varlıkta bulunan bütün ayrımları ve karşıtlıkları kendinde meydana getirerek aşar. Biz sonlu ve sınırlı varlıklar, bir şeyi bildiğimiz diğer bir şey ile karşılaştırarak veya benzeterek biliriz. Varlığı sonsuz olduğu için, hiçbir şeye benzemez. Öte yandan bizim sonlu ve sınırlı olarak bildiğimiz bütün diğer şeyler, tanrıda bir araya gelir. Panteizmi benimser. Buna göre tanrı her şeyi ihtiva eder: Omnia complians. Ama aynı zamanda o her şeyi açıklar: Omnia explicans. Her şey onda içkin olup, her şey ona bağımlıdır. O her yerde mevcuttur. Hem çevre hem de merkezde. Tanrı evrenin özüdür. Bu anlamda, her yaratık, yaratılmış bir tanrıdır. Dünya sonsuz sayıda şeylerden meydana gelir, dolayısıyla sonsuzdur. Evrenin merkezi yoktur. Evrendeki her şey gibi, dünya da hareket hâlindedir.
Evren sonlu şeylerin sonsuz çeşitliliğinden meydana gelir. Bütün varlıklar evrene “çoklukta birlik” teşkil edecek şekilde bağlanırlar. Her bireysel varlık, bütün evreni yansıtır. Cusanus tanrının eşsiz tezahürleri olarak gördüğü bireyselliğe büyük önem verir. Bu anlamda gerçek varlık, bireylerdir; tümeller kavramsal düzeyden ibarettir.
Giordano Bruno ise yeni ile eskiyi bir araya getiren düşünürlerden biridir. Çünkü ona başlangıç noktasını ve ihtiyaç duyduğu terminolojiyi kendisinden önceki felsefe sağlar. “Doğada, ona göre maddi olandan maddesiz olana, karanlıktan aydınlığa doğru bir hiyerarşi vardır; aynı doğa bu yüzden ilâhî düşüncelerin ifadesi veya tezahürü olarak anlaşılabilir.”
Bruno da Cusanus gibi panteisttir, yani aşkınlığa değil, içkinliğe vurgu yapar. Dünyadaki neden ve ilkeler, dünyaya içkindir, dışarıdan gelmez. Dünyanın ruhu, onun fizikî varlığının nedenidir. Her şeyi harekete geçiren evrensel formdur.
Dünya ayrı ayrı şeylerden meydana gelir. Bunlar onun deyimiyle minimumlar’dır. Minimumlar her şeydeki en temel parçacıklardır, yaşam tohumlarıdır. Matematiksel minimumlar, birimlerdir. Fiziksel minimumlar, bölünmezler yani atomlardır. Ruhsal minimumlar ise ölümsüz ruhlardır. Minimumdan maksimuma geçiş, sonlunun içerdiği sonsuzluk ile mümkündür.
Evrenin yaratıcı gücünün zenginliği öylesine büyüktür ki Bruno’ya göre birbirinden ayrı şeyler üretir. Her bir birey evrenin özünü saklar. Tanrı evrenin özüdür. Tanrı, bunların bütünüdür son tahlilde. Evrende sonlu sonsuzdan, sonsuz sonludan ayırt edilmez. Tüm çalkantılar, tüm kavga tanrının kendisinde dinginliktir. Tanrı bütün bu tezahürlerinden ayrı olarak düşünüldüğünde, Natura Naturans’tır. Doğa olan bir tanrı ya da tanrı olan bir doğa.
İbrahim Safa Daşkaya