Bir devletin, başta silahlı güç olmak üzere çeşitli yöntemler kullanarak sınırları dışındaki, çoğunlukla denizaşırı toprakları ele geçirip orada sakin topluluklar üzerinde askerî, siyasî ve ekonomik kontrol kurması;o topraklara ait doğal ve insani kaynaklar başta olmak üzere her türlü zenginliği kendi menfaati için kullanması demektir. Kelimenin batı dillerindeki karşılığı “çiftlik” veya “yerleşim” anlamına gelen Latince “colonia” kökünden türemiş, ülke dışındaki yerleşim yerlerine veya buraya yerleşmiş ancak geldikleri ülkeyle irtibatını devam ettiren topluluklara bu isim verilmiştir.
16. yüzyılın başlarından itibaren sistemli hâle gelen modern sömürgecilik, sömüren ile sömürülen arasındaki ciddi gelişmişlik farkı nedeniyle, sömürgeciliğe maruz kalan toplumlar üzerinde kalıcı, derin izler bırakmıştır. Sömürgeciliğin bu dönemdeki gelişimi ve yayılması coğrafî keşiflerle ilgilidir. Çıkış noktası bakımından baharatın, altının ve zenginliğin kaynağı olarak düşünülen Hindistan’a gitmek amaçlanmışken bugünkü Orta Amerika’nın Atlas Okyanusu kıyılarına ulaşılmasıyla (1492) bölge modern sömürgeciliğin ilk uygulama alanı olmuştur. Bu şekilde İspanyol ve Portekiz krallarının himayesinde başlayan keşif seyahatleri, zamanla İngiltere ve Fransa başta olmak üzere batılı diğer krallarca da desteklenmiştir. 16. ve 17. yüzyıllarda en yoğun dönemini yaşayan söz konusu keşif seyahatleri, 19. yüzyılda Afrika özelinden yeniden popüler hâle gelmiştir.
Keşif doktrini olarak adlandırılan seyyahların yeni topraklara ayak basması, himaye gördüğü devletin daha sonra söz konusu topraklara yönelik koloni kurma dâhil çeşitli taleplerine güçlü bir dayanak oluşturmuştur. Avrupa dışındaki dünyanın sömürgeleştirilmesinde kullanılan bu yöntem bugün de başvurulan uluslararası bir hukuk kuralına dönüşmüştür.
Altın ve baharat odaklı maddi bir zenginlik hedefleyen seyyahların ulaştığı yeni topraklar, kısa süre içinde, onları destekleyen ülkelerin işgaline uğrayacak ve üzerlerinde sömürge idaresi kurulacaktır. 19. yüzyılın ortalarına kadar dünyanın çok büyük bir bölümü Batılı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş, söz konusu toprakların asıl sakinleri çok sert uygulamalara maruz bırakılmıştır. Bunun sonucunda ya tamamen ortadan kalkmış ya da ciddi nüfus kaybına uğramışlardır. İspanyol kâşif ve fatihlerin (conquistadores) ilki olan Hernando Cortés’in (ö. 1547) Meksika’daki ve Francisco Pizarro’nun (ö. 1541) Peru’daki faaliyetleri bölgenin İspanyol idaresine girmesini ve zengin maden kaynaklarının Avrupa’ya aktarılacağı düzenin kurulmasını sağlarken, başvurdukları sert yöntemler teknik ve kültür bakımından güçlü bir medeniyete sahip olan İnka ve Aztek gibi yerel toplulukların sonunu getirmiştir. Bu tür uygulamalar sömürgecilik tarihinin ilerleyen dönemlerinde hız kesmeden sürmüştür. 1621’de Hollanda sömürge valisi Jan Pieterszoon Coen’un Banda Neira Adası’ndaki katliamı ve Belçika Kralı II. Leopold’ün (ö. 1909) şahsî sömürgesi olan Serbest Kongo Devleti’nde haftalık kauçuk toplama kotasını dolduramayanların cezalandırılmak için uzuvlarının kesilmesi çarpıcı diğer örneklerdir.
Yerel toplumlar üzerindeki sömürgecilik uygulamalarının, sonuçları bakımından en ağırı yüzyıllarca devam eden köleliktir. Öncelikle İspanya ve özellikle Portekiz sömürge imparatorlukları tarafından başlatılıp kontrol edilen köle ticaretini Hollanda, İngiltere ve Fransa önemli bir zenginlik ve güç kaynağı olarak sahiplenecektir.
İkinci kuşak sömürgeci güçler olan Hollanda, İngiltere ve Fransa 17. yüzyılın başlarından itibaren Portekiz ve İspanya’ya rakip olarak sömürge yarışına katılmışlardır. İlk ticaret filosu Doğu Hint Adaları’na 1595 yılında ulaşmışan Hollanda, tüccarlarının becerisi sayesinde kısa sürede özellikle Doğu ve Güney Asya’da Portekiz’e rakip bir sömürge gücüne dönüşmüştür. Zamanla Baharat Adaları’nı, Kaapstad’ı ve bugünkü Endonezya’yı sömürgeleştirmiştir. I. Elizabeth (1558-1603) döneminde denizcilik ve ticaret politikasını yenileyen İngiltere, kısa sürede kendi filosunu kurarak deniz ticaretini millîleştirmiştir. 1607’den itibaren Kuzey Amerika’da gelişmeye başlayan İngiliz sömürge imparatorluğu, önemli bir mücadele alanı olan Güney ve Doğu Asya’ya da yönelerek Hindistan’ı kontrol altına almaya çalışmıştır. Aynı tarihlerde diğer sömürgeci devletlerin Hint kıtasında yerleşme çabaları karşısında doğrudan bir işgal sürecine başlayarak bölgede hâkimiyet tesis etmiştir (1763). Johor (Singapur), Penang (Malezya) ve Malaka (Endonezya) gibi yerleri ele geçirerek stratejik bir büyüme gerçekleştirmiştir.
Daha erken tarihte deniz filosu oluşturmasına rağmen Fransa ilk sömürgesini 1604’te Amerika’nın güneyinde Cayenne (Fransız Guyanası)’de kurmuştur. Karayip Adaları kısa sürede Fransa’nın en önemli sömürge merkezine dönüşmüştür. Fransa aynı dönemde, Acadia ve Quebec (1608) yerleşimlerini kurduğu Amerika kıtasının kuzeyinde ilk uzun ömürlü sömürgelerini elde etmiştir. Fransız sömürgeciliğinin Amerika kıtasının kuzeyinde, Afrika ve Hindistan sahillerinde sistematik hâle gelmesi ise Kardinal Richelieu’nun (ö. 1642) 1624’te devlet idaresinde söz sahibi olduğu döneme denk düşmektedir.
Ticaret şirketleri Hollanda, İngiltere ve Fransa’nın sömürgecilik faaliyetlerinin kurumsallaşması ve sistematik hâle gelmesinde önemli rol üstlenmiştir. Birbiri ardına kurulan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (1600) ve Hollanda’nın Birleşik Doğu Hindistan Şirketi (1602) örneklerini 1664’te Fransa Doğu Hindistan Şirketi takip etmiştir. Sömürgecilik tarihinde başta Batı Hint Adaları, Hindistan, Uzak Doğu ve en son Afrika’ya odaklanmış, benzer isim ve fonksiyonlara sahip çok sayıda şirket kurulmuştur. Sahip oldukları askerî gücün yanında idari ve hukukî yetki ve ayrıcalıklarıyla adeta devlet içinde devlet olan bu şirketler sayesinde sömürgeciler ele geçirdikleri toprakların ticaretini tekellerine alabilmişlerdir.
İspanyollar Güney Amerika, Filipinler ve kendi ülkeleri arasında; Portekiz, Fransız ve İngilizlerin başını çektiği Batılı sömürgeci güçler ise Antiller’de sahip oldukları şeker kamışı plantasyonları veya Kuzey Amerika’daki kolonileri arasında “üçgen ticareti” olarak adlandırılan döngüsel ve sistematik bir ticarî düzen kurmuşlardır. Bu ticaretin merkezinde ise kölelik yer almaktadır. Afrika’nın içlerine, çoğu zaman Batılı tüccarlarla iş birliği yapan yerel sakinler tarafından düzenlenen “köle avı” akınları sırasında milyonlarca siyahi, tutsak edilerek zorla çalıştırılmak üzere Güney ve Kuzey Amerika’daki plantasyonlara götürülmüş; bu bölgelerden elde edilen ticarî değere sahip şeker gibi birtakım tarım ürünleri ise Avrupa pazarlarına satılarak ciddi kârlar elde edilmiştir.
Afrika kıtası ve Uzak Doğu’da Çin batı sömürgeciliğine nispeten geç tarihte konu olmuştur. Keza Rusların 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren işgal ettiği Türkistan coğrafyası da buna dâhil edilmelidir. Bununla birlikte sömürgecilik uygulamalarında çok büyük bir fark olmamıştır. En önemli değişiklik Sanayi Devrimi’nin ardından, sömürgeleştirilen coğrafya ile sömürgeci metropol ülke arasındaki ilişkilerin giderek daha emperyalist bir şekil kazanmasıdır. Diğer taraftan, sömürgeler örneğin 1756-1763 arasındaki Yedi Yıl Savaşları’nda olduğu gibi Batılı güçlerin daha önce kendi aralarındaki mücadelelerinin önemli bir konusu ve hedefi iken özellikle 1815 Viyana Kongresi’nde kurulan uluslararası sistem sonrası uzlaşmacı bir siyaset takip edilmeye başlamıştır. Afrika kıtasının paylaşılmasına dair sorunları çözmek için düzenlenen Berlin Konferansı (1884-1885) ve ülkedeki Avrupa kontrolüne karşı başlayan Çin’deki Boksör ayaklanması sırasında Batılı devletlerin bir araya gelerek oluşturdukları ortak askerî güç ile isyanı bastırmış olmaları bu siyasetin bir ürünüdür.
Geçmişte sömürgeciliğe maruz kalmış Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya 20. yüzyılın başında ironik bir şekilde sömürgeci iki devlete dönüşmüştür. Sömürgeciliğe nispeten geç bir tarihte başlayan İtalya ve özellikle Almanya’nın sahip olduğu sanayi ve ekonomik gelişmişlik seviyesiyle uygun olarak sömürgecilikten yeterince pay alamaması ve bu noktada sürekli kontrol altında tutulması 1. Dünya Savaşı’na giden sürecin önemli bir gerekçesi olarak zikredilmektedir.
Metin Ünver