SOSYAL BİLİMLER

Kemal ATAMAN views2547

Sosyal bilimler, en geniş anlamıyla, toplumun ve insanların davranışlarını ve içinde bulundukları dünyayı etkileme ve bu dünyadan etkilenme biçimlerini “sistematik” ve “objektif” olarak anlamaya ve açıklamaya teşebbüs eden bir disiplinler bütünüdür. Bu disiplinler, makro ve mikro düzeyde, insan zihninin nasıl çalıştığını anlamaktan, toplumların bir bütün olarak nasıl işlediğine kadar geniş bir yelpazeye yayılan konuları, kendine has terminoloji, yöntem ve teknikleri kullanarak araştırır. Örneğin bir toplumda işsizliğin nedenlerinden sağlık sistemindeki tıkanıklığa, insanların oy verme tutumlarından insanları neyin mutlu ettiğine kadar, insanı ve toplumu ilgilendiren her konunun sosyal bilimlerin ilgi alanına girdiği söylenebilir. Araştırma alanları ve konularının sofistikeliği dolayısıyla sosyal bilimler kategorisine hangi disiplinlerin dahil edilebileceği hususunda bir konsensüs olmamasına karşın, psikoloji, ekonomi, sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimi ve tarih gibi disiplinler sosyal bilimlerin başlıca disiplinleri olarak kabul edilmektedir. Sosyal bilimler, sadece adı geçen ana disiplinler değil, aynı zamanda endüstri ilişkileri, uluslararası ilişkiler, işletme ve kamu yönetimi gibi konular da dâhil olmak üzere çok sayıda öğretim ve araştırma alanına bölünerek, üniversite yapılanmasında da yer bulabilmiştir.

Sosyal bilimler on dokuzuncu yüz yılda, tıpkı fiziğin başını çektiği doğa bilimlerinin doğa felsefesinden doğması gibi, ahlak felsefesinden doğmuştur. Sosyal bilimlerin ortaya çıkmasına, on sekizinci yüzyıldaki Sanayi ve Fransız Devrimleri kadar, son birkaç yüzyılda gerçekleşen Reform hareketleri, Coğrafi keşifler ve bilimsel alandaki gelişmelerin yol açtığı yeni ve nispeten kaotik durumun zemin hazırladığı izahtan varestedir. Zira on dokuzuncu yüzyılın başlarında, özellikle Fransa’da pozitivizmin yükselişiyle birlikte, pozitif felsefe veya sosyal bilim, ahlak felsefesinin yerini aldı. August Comte (ö. 1857), pozitivizmle, spekülatif ve dinsel olana karşı olgusal olanı, belirsiz olana karşı kesin olanı vurgulayarak insanlığın teolojik ve metafizikten sonra ulaştığı son safhaya işaret ediyordu. Comte ve dönemin “sosyal bilimcileri,” sosyal bilimlerin yönteminin, ki buna dönemin gerçek bilimi temsil ettiğine inanılan fizik disiplininden mülhem “sosyal fizik” de deniyordu, doğa bilimlerinden hiçbir şekilde farklı olmadığına inanıyordu. Dolayısıyla, sosyal bilimcilerin, faaliyet sürdürdükleri disiplinlerinin “bilim” olma idealini gerçekleştirebilmeleri, doğa bilimlerinin evren hakkında elde ettiği başarılara benzer başarıları, sosyal bilimlerin, toplum üzerine yapacakları çözümlemelerde elde etme şartına bağlıydı. Bu amaçla, örneğin Emile Durkheim (ö. 1917), “Sosyolojik Yöntemin Kuralları” adlı çalışmasıyla “sosyal gerçekliğin” bir “şey” gibi incelenmesi gerektiğini savunarak, doğa bilimlerinde kullanılan yöntem ve tekniklerin sosyal bilimler ve özellikle de sosyoloji için de geçerli olması gerektiğini iddia eden pozitivist bir sosyal bilim anlayışının kök salması için çalıştı. Sosyal bilimlerde kullanılacak yöntemleri doğa bilimlerine benzetmeyi benimseyenlerin çoğu, Durkheim örneğinde olduğu gibi, ciddi biçimde sosyal araştırmalarla uğraşarak verdikleri eserlerle uzun süre ana akım sosyal bilimin temsilcisi oldu. Bu eğilim yalnızca Batı Avrupa’yla sınırlı kalmadı. Örneğin Chicago Okulu böyle bir eğilimin ABD’deki en önemli temsilcisiydi. Almanya’da, Alman Ekonomi Topluluğu (Verein für Socialpolitik) aynı araştırma yöntem ve tekniklerini benimsemişti. Bu tür büyük ölçekli tanımlayıcı girişimler, “ampirik” sosyal araştırma ve analizin geleneğinin öncüleri olarak kabul edildiler.

Yukarıdaki örneğe rağmen, Almanya’da kök salan sosyal bilimler geleneği, Fransa’da olanın aksine, felsefeyle olan bağlarını hiç koparmadı. Bunun neticesi olarak, sosyal fenomenlerin incelenmesinde doğa bilimlerini taklit etmeye çalışanların gayretlerine karşı, Alman düşünce okulu, sosyal fenomenlerin bu tür katı analizlere anlaşılamayacağı ve farklı bir yaklaşım gerektirdiği konusunda ısrarcı oldu. Wilhelm Dithey (ö. 1911) ve Max Weber (ö. 1920) gibi sosyal bilimciler, sosyal bilimlerin araştırma konularının doğasının doğa bilimlerininkinden farklı olduğunu tespit ederek her iki disiplinler topluluğunun, objektiflikten taviz vermeden farklı yöntemler ve teknikler benimsemesi gerektiğini hususunda ısrarcı oldular. Örneğin Dilthey, çok bilinen bir tasnifle, sosyal ve beşerî bilimlerin yaklaşımını “anlama” (verstehen, understanding), doğa bilimlerinin yaklaşımını ise “açıklama” (erklären, explanation) olarak tespit etmişti. Benzer şekilde, takip eden dönemlerde Weber’in sosyolojisi, anlamayı sosyolojik analizinin merkezine yerleştirdiği için yorumlayıcı anlayıcı-sosyoloji (verstehende soziologie/interpretative sociology) olarak ana akım sosyolojik geleneğin bir parçası oldu. Bu yaklaşımlar daha sonra “hermenötik” veya “fenomenolojik” perspektifler olarak, on dokuzuncu yüz yıl pozitivist bilim anlayışı olarak bilinen paradigmaya karşı yeni yorumlayıcı paradigmanın başat kavramları olarak önem kazanacaktı.

Bilimsel olma adına, doğa bilimlerinde kullanılan yöntem ve tekniklerin sosyal ve beşerî bilimlerde kullanılıp kullanılamayacağına dair tartışmanın kaynaklık ettiği bir başka soru sosyal bilimler geleneğinde var olagelen, ”toplumsal olanın analizinde nitel araştırma yöntemi mi yoksa nicel araştırma yöntemi mi tercih edilmelidir? sorusu olmuştur. Böyle bir soru, bünyesinde, pozitivist sosyal bilim mi anlayıcı-yorumlayıcı sosyal bilim mi tartışmasını barındırır. Soruya cevap veren tarafların, Thomas Kuhn (ö. 1996) Hans-Georg Gadamer (ö.2002) ve Paul Feyerabend (ö. 1994) gibi düşünürlerin bilim ve yöntemin doğasına dair serdettikleri görüşlerin etkisiyle, geçmişe göre sınırlarını esnettiği ve hatta on dokuzuncu yüzyıl pozitivist sosyal bilim paradigmasının çökmekte olduğu, onun yerine yorumlayıcı sosyal bilim anlayışını benimseyen yeni bir paradigmanın yaygınlaşmaya başladığını savunan akademik çalışmaların sayısında belirgin bir artış olduğu gözlenmiştir. Bununla birlikte, sosyal bilimlerdeki metodoloji tartışmalarında gelinen nokta dikkate alındığında, doğru ve yerinde kullanıldığında her iki yaklaşımın da “bilimsel” olduğu ve bilimsel bir araştırmada hangi yöntem ve tekniklerin tercih edileceğinin büyük ölçüde ne tür bir konunun ne şekilde çalışılacağına bağlı olarak değişeceği şeklindeki bir yaklaşımın yaygınlık kazandığı da söylenebilir.

Kemal Ataman

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi