SOSYALİZM

M. Çağatay OKUTAN views43150

Özel mülkiyetin ve sınıfların olmadığı bir toplumsal düzende insanın eşit ve özgür olabileceğine inanan ve devrimci veya evrimci yollarla nihai hedefe ulaşılabileceğini düşünen bir ideolojidir.

Sosyalist sözcüğü Latince “sociare”den türetilmiştir. Birleşmek ya da paylaşmak anlamına gelmektedir. Kavramın kökeni konusunda bir muğlaklık olmamakla birlikte sosyalizmin ne ifade ettiğini belirlemek için öncelikle anlamlandırılma biçimlerini irdelemek gerekecektir. Bu bağlamda öne sürülebilecek en temel ayrım, sosyalist toplumsal düzene devrimci veya evrimci yöntemlerle ulaşılabileceğini iddia eden yaklaşımlarla ortaya çıkmaktadır. Bu ayrım, sosyalizm ile birlikte düşünülen Marksizm, komünizm, sosyal demokrasi ve benzeri kavramların çeşitliliğini de açıklamak için son derece işlevseldir. 

19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren sosyalizm sözcüğü kullanılmaktadır ve aslında sosyalist fikirlerin tarihi çok daha eskilere kadar götürülmektedir. Örneğin Platon’un (ö. MÖ 348) Devlet adlı eserinden veya Thomas More’un (ö. 1535) Ütopya’sından sosyalist fikirler devşirmeye çalışan akademik gayretler azımsanamayacak düzeydedir. Bir başka ifadeyle, bazı sosyalistler için anılan tarihsel geçmiş, entelektüel bir miras olarak kabul görmektedir. Buna rağmen sosyalizmin köklerini, Aydınlanma sonrası şekillenen fikir ikliminde aramak daha doğru bir yaklaşımdır.

Aydınlanma Çağı’nın alabildiğine hızla fikir ürettiği yıllarda, özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra, anlaşma odaklı toplum tasarımının insanları eşitlik ve özgürlüğe ulaştıracağına dair fikirler cılız bir biçimde de olsa ifade edilmekteydi. Henüz sosyalizm sözcüğünün kullanımına rastlanmayan bu dönem, çok kısa süre sonra ete kemiğe bürünecek olan kavramın doğum sancısı olarak düşünülmelidir.

Sosyalist kavramı ilk olarak 1827 yılında Britanya’da kullanılmıştır. Kısa süre içinde hem Saint Simon’ın (ö. 1825) hem de Robert Owen’ın (ö. 1858) takipçileri, sahip oldukları fikirleri sosyalizm olarak adlandırmaya başladılar. Nihayet 1840’lı yıllara gelindiğinde, Avrupa’nın endüstrileşmiş ülkelerinde kavram artık bilinmekteydi. Kavramın bu ülkelerde çok bilinmesi bir rastlantı değildir. Nitekim sosyalizm, endüstriyel kapitalizmin gelişmesiyle paralel biçimde kendini belli eden sosyal ve iktisadî sorunlara bir tepki veya çözüm arayışı olarak ortaya çıkmıştır. Liberal piyasa toplumuna bir eleştiriydi ve yoksullukla özdeşleşen işçi sınıfının mağduriyetleri üzerinden derin bir teoriyi adım adım inşa etmiştir. İlk dönem sosyalizmin karakterine rengini veren de budur; işçi sınıfının içinde bulunduğu ağır çalışma koşulları, ücretlerindeki yetersizlik, kadın ve çocukların çalışma yaşamına dâhil edilmesi ve benzeri olumsuzlukları dikkate alan ilk sosyalistler kimi zaman Charles Fourier (ö. 1837) ve Robert Owen (ö. 1858) gibi iş birliği ve sevgiye dayanan ütopik toplum tasarımlarının kimi zaman da Marx ve Engels’in (ö. 1895) büyük çabasıyla şekillenen ve tarihin yasalarının eşlik ettiği devrimci teorilerin kapılarını aralamıştır.

19. yüzyılın önemli bir kısmında sosyalizm, Marx ve Engels’in devrimci fikriyle ciddi bir teorik olgunluğa ulaştı. Yüzyılın sonlarına doğru ise ideolojik kırılmalar yaşanmaya başlandı. İşçi sınıfının, kapitalist dünya sistemine daha çok entegre edilmesine olanak veren gelişmelerin yaşanması, sosyalizm konulu fikirlerin çeşitlenmesini de sağladı. Nitekim daha çok siyasal haklar elde eden, sendikalaşma sayesinde haklarını savunma noktasında çok daha iyi duruma gelen ve ücretleri iyileştirilen bir sınıfı artık devrimci bir özne olarak görmek zorlaşmaktadır. Nihayet sosyalizmin içinden revizyonist fikirler ortaya çıkmaya başlamıştır.

Sosyalizm, diğer ideolojilerde olduğu gibi, ideal bir toplum modeli sunmaya çalışmaktadır. 20. yüzyılın en önemli siyasal gelişmelerinden biri, sosyalist idealin yükselişine ve çöküşüne sahne olmasıdır. Yükselişi anlamlandıran, sosyalizm düşüncesinde boy gösteren fikrî zenginliğe güçlü bir pratiğin eşlik etmesidir. Öyle ki 20. yüzyıldan itibaren artık sosyalizm ideolojisinden bahsedilirken birkaç ana akımı ifade etmemek mümkün değildir. Marksizm ve komünizm, devrimci sosyalizmin başat fikir yapıcıları iken bunlardan ikincisiyle Lenin öncülüğündeki Bolşevik devrim kastedildi, daha doğrusu Bolşevikler, “komünist” nitelemesinin kendilerine daha uygun olacağına kanaat getirdiler. Anılan yüzyılda, evrimci sosyalistler adını alan Fabiancılık ve Revizyonist Marksizm akımları da boy gösterdi. Fabian akım Beatrice Webb (ö. 1943) ve Sidney Webb (ö. 1947) öncülüğünde doğdu ve farklı isimlerin katkısı ile gelişti. Fabianlar, sosyalist bir parti aracılığıyla hedefe ulaşılabileceğini iddia ettiler. Bu yönüyle Fabian akım, Marksizm’in aksine devleti tarafsız bir dengeleyici unsur olarak gördü ve devrim fikrini rafa kaldırdı. Eduard Bernstein (ö. 1932) ise Fabian fikirleri daha ileri düzeye taşıdı ve Marksizm içinden ifade edilen revizyonist akımı başlattı. Bernstein işçi sınıfının, parlamenter demokrasinin kurallarına sadık kalarak iktidara gelmesinin mümkün olabileceğini, nihayetinde ise sosyalist bir düzene ulaşılabileceğini ileri sürdü. Bernstein’ın öncülük ettiği reformcu anlayış zamanla, liberal düzeni reddetmeyen ve sosyalist düzen fikri iddiasını terk eden ancak kapitalizmi de reforma tabi tutarak insana yaraşır hâle getirmeyi temel gayesi olarak belirleyen sosyal demokrasi hareketinin gelişmesini sağladı.

Sosyalizmin 20. yüzyılda ulaştığı fikrî zenginlikle yükselişe geçmesi, uygulama şansı bulmasıyla ivme kazandı. İlk sosyalist devrim 1917 yılında gerçekleşti. Bolşevik devrim, Vladimir Lenin’in (ö. 1924) ifadeleriyle “önce, tüm köylülerle birlikte monarşiye, toprak sahiplerine ve Orta Çağ kalıntılarına sonra da yoksul köylüler, yarı proleterler ve tüm sömürülenlerle birlikte köy zenginleri, kulaklar ve vurguncular da için de olmak üzere kapitalizme karşı” yapıldı. Bolşevik devrimi, Doğu Avrupa’ya ihraç edildi; Çin ve Küba devrimlerine örnek oldu. Batı Avrupa’nın sosyalist hareketleri ise devrimci çizgiden uzaklaştılar ve reformist ekole sadık kalarak sosyal demokrat partilerin güçlenmesini sağladılar.

Sosyalist fikirler neredeyse dünyanın her tarafına yayıldı. Latin Amerika’da ve Asya’nın birçok ülkesinde etki alanlarını genişlettiler. Arap dünyasında da hatırı sayılır bir yaygınlık kazandı. İslâm’ın temel ahlakî kuralları üzerinden geliştirilen Arap sosyalizmi, siyasal partilerle temsil imkânı buldu. Böylece 20. yüzyıl sosyalizmin adeta altın çağı oldu. Ancak 1989-91 yıllarında başlayıp hızla yayılan yıkılma süreci ile insanlık, sosyalizmin yükselişi ve çöküşüne aynı yüzyıl içinde tanıklık etmiş oldu.

Fikir ve pratik bağlamında ciddi tarihsel birikimi olan sosyalizm hem zaman içinde çeşitlenen sosyalist akımlar hem de farklı değerlendirilmesinden kaynaklanan zorluklar nedeniyle anlaşılması en zor kavramlardan biridir. Sosyalizmi üç farklı şekilde anlamaya çalışan yaklaşımlar söz konusudur. İlki, kapitalizme alternatif ekonomik bir model olarak kabul eden yaklaşımdır. İkincisi, sosyalizmi işçi hareketinin bir aracı olarak kabul etmektedir. Üçüncüsü ise sosyalizmi bir ideoloji olarak ele almakta; düşünce, değer ve teori kümesiyle ayırt edilebilen özelliklerine vurgu yapmaktadır. Sonuncu yaklaşım, sosyalizm konusunu anlamayı kolaylaştıracak temel ilkelere ulaşmayı sağlamaktadır. Bir başka ifadeyle sosyalizm, içinden türeyen farklı akımlara ve uygulama biçimlerine rağmen ideoloji olmasını anlamlandıran ana ilkelere sahiptir.

Sosyalizmin temel ilkelerini şekillendiren, insana bakışıdır. Sosyalizme göre insan, iş birliğine açıktır ve bu özelliği, dayanışmacı olmasının yolları açar. Oysa tarihsel süreçte bu iyi özelliğini dışa vurabilmesi için insanoğluna fırsat verilmediği düşünülür. Şartlar insanın iyi özelliklerinin ortaya çıkmasını sağladığı müddetçe, toplum hâlinde yaşamanın tüm bireylere mutluluk getireceğine inanılır. O hâlde üzerinden gelinmesi gereken en önemli problem, sınıfsal farklılıkların ortadan kaldırılmasıdır. Sosyalizm sınıf farklılıklarının yok olacağı bir toplumsal düzenin insan için çok daha elverişli ve adil olduğunu düşünmektedir. Toplumsal sınıfların kaynağında yer alan iktisadî eşitsizliklerin giderilmesi en önemli amaç olarak belirmektedir. Gerçek anlamda eşitliğin, bireylerin sosyal ve iktisadî manada eşit kılınması ile mümkün olacağı düşünülmektedir. 

Sosyalizme göre gerçek anlamda eşitlik, insanın içinde var olan kardeşlik duygularının öne çıkmasını sağlayacaktır. Bu durum, toplum içi dayanışmanın rekabete tercih edilmesi anlamını taşıyacaktır. Sınıfların olmadığı bir sosyalist düzende herkes yeteneğince üretime katılacak ve temel insani ihtiyaçların karşılanması bağlamında hiçbir sorun yaşanmayacaktır. Bunun sürdürülebilir olmasının yegâne yolu ise ortak mülkiyet anlayışından uzaklaşmamaktır.

Sosyalizmde üretim araçlarının tamamı, ilgili topluluğun mülkiyeti olarak kabul görmektedir. Üretimin yapılma biçimi veya üretim araçlarının nasıl kullanılacağına karar verme hakkı topluma bırakılmaktadır. Üretilen bütün değerler toplum içindir ve bu değerlerin paylaşılma biçimine karar veren de bizatihi toplumun kendisidir. 

M. Çağatay Okutan 

Kaynakça

Arnhart, Larry. Siyasî Düşünce Tarihi. Ankara: Adres Yayınları, 2004.

Heywood, Andrew. Siyasî İdeolojiler. Ankara: Adres Yayınları, 2007.

Mises, Ludwig von. Sosyalizm. Ankara: Liberte Yayınları, 2007.

Thomson, George. Marx’tan Mao Zedung’a. İstanbul: Kaynak Yayınları, 1997.

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi