Hristiyan olmalarıyla temayüz etmiş olan Mezopotamya’nın en eski halklarından birisidir.
Süryani adının ne zamandan beri ve hangi anlamda kullanıldığı tartışmalı bir konudur. Bir görüşe göre Süryani adı, Babil’i alarak Yahudileri kurtaran ve Filistin topraklarına gönderen Pers krallarından Koreş/Cyrus/Sirus’ten (MÖ 559–530) gelmektedir. Buna göre Yahudiler, Pers kralını bir kurtarıcı/Mesih olarak görmüş ve daha sonra Hristiyanlığa geçtiklerinde Hz. İsa’yı da Sirus’a benzetmişlerdir. Bu sebeple onlara Sirus’a inanan topluluk anlamında “Sûrîn/Süryânî” adı verilmiştir. Bir diğer görüşe göre ise Suriye topraklarında hüküm sürmüş Arami Kralı ve Antakya kentinin kurucusu olan Suros, Süryani kelimesinin kökenidir. Buna göre Süryani ismi, Suros’un hüküm sürdüğü topraklara nispetle “Suriyeli” anlamına gelmektedir. Benzer bir gerekçeyle Hz. İsa’nın mesajının Suriye tarafından geldiği için de bu ismin kullanıldığı iddia edilmiştir. Hz. İsa’nın havarileri Lübnan’ın Sur kenti ve çevresinden oldukları için bölge halkının onlara bu ismi verdiği de rivayet edilmektedir. Öte yandan Asur sözcüğünün Yunanca telaffuzundan (Asur-ia/Asurya) yola çıkılarak Süryani ismine ulaşıldığı ileri sürülmüştür. Böylelikle kimi Süryaniyatçılar Asurlulara kimi de Aramilere dayanarak Süryani isminin etnik tarafını izah etmeye çalışmışlardır. Tüm bu izahatlar Süryanilerin tarihî süreç boyunca etnisiteden dinselliğe giden bir seyir takip ettikleri gerçeğini örtemez. Böylece Süryaniler, Hristiyanlığa geçtikten sonra Süryani ismi de din ve kilise tanımlamalarına daha çok yaklaşmış ve adeta din ile bütünleşik bir hâl almıştır. Yahudi ve Ermeni isimlerinde olduğu gibi Süryani ismi de artık hem etnik hem de dinsel bir anlama kavuşmuştur.
Tarihî süreç boyunca Süryaniler için en büyük olay ve onların değişim ve dönüşümlerinin başat sebebi Hristiyanlığa geçmeleridir denilebilir. Yaygın görüşe göre Hristiyanlık ilk defa Urfa’da hüküm süren Büyük Abgar Krallığı döneminde Süryanilere ulaşmış ve akabinde Hz. İsa’nın öğrencilerinden müjdeci Aday ve onun öğrencisi Agay tarafından Mezopotamya’nın diğer bölgelerine yayılmıştır. Böylece çok kısa bir zaman diliminde (MS 38) Antakya, Hristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri hâline gelmiştir. Sonraki süreçte Antakya Süryani Kilisesi, siyasî ve teolojik tartışmaların da merkezi hâline gelmiştir.
İmparator Konstantin döneminde Hristiyan âleminde derin teolojik tartışmalar baş göstermiştir. İskenderiye Kilisesi’nin önemli teologlarından olan Aryüs (ö. 331)’ün başlattığı tartışma gittikçe Süryanileri de etkilemiştir. Aryüs teslisin uknumlarından Baba ve Oğul’un beraber ezeli olduklarını reddetmiş ve “benzer cevher” öğretisi doğrultusunda Oğul’un yaratıldığını iddia etmiştir. Aryüs’ün bu görüşleri üzerine 325 yılında toplanan İznik Konsili, Baba ve Oğul’un aynı cevherden olduğunu kabul ederek Aryüs’ü de aforoz etmiştir. Ancak tartışma bununla sona ermemiş ve Aryüsçülerin Antakya Süryani Kilisesi’ni ele geçirmeleri üzerine 381 yılında bu sefer İstanbul’da toplanan konsil (I. İstanbul Konsili), İznik Konsili kararlarını teyit etmiş ve imparatorluğun tartışmayı şiddet uygulayarak bastırmasının önünü açmıştır. 5. yüzyılda bu sefer Antakya Süryani Kilisesi rahiplerinden Nestoryus tarafından İsa’nın bedeni ile ilgili bir tartışma başlatılmıştır. Nestoryus, İsa Mesih’te hem ilâhî hem de insani unsurun/tabiatın olduğunu iddia etmiş, Meryem’in ise Tanrı olan İsa’nın annesi (Teotokos) olmayıp aksine insan olan İsa’nın annesi (Kristokos) olduğunu savunmuştur. Bu tartışmalar büyüyünce İmparator II. Teodosius 431 yılında bu sefer Efes’te bir konsil daha toplanmasını emretmiştir. Toplanan konsil, Nestoryus’u aforoz etmiş; baskı ve şiddet politikalarına devam edilmiştir. Ancak Nesturilik, Süryaniler arasında hızla yayılmış ve kısa zamanda Urfa, Nusaybin ve diğer önemli merkezlerde nüfuz alanı bulmuştur. Bunun üzerine İmparator Markion, Kadıköy Konsili’ni (451) toplamış ve toplanan konsil önceki konsillerin tersine İsa Mesih’te çift tabiatın yani insan ve Tanrı doğalarının olduğunu karara bağlamıştır. Böylece Hristiyan dünyası Doğu ve Batı Hristiyanları olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bu konsilin kararlarından sonra bu defa monofizit Süryaniler baskı ve şiddete maruz kalmışlardır. İmparatorluğun baskıları sebebiyle monofizit Süryaniler Antakya’yı terk etmiştir. Antakya’dan sonra Halep, Harran, Rakka, Kınnesrin ve Malatya’yı merkez edinmişlerdir. Patriklik merkezleri ise daha sonra Diyarbakır, Mardin ve Humus kentlerine ve en son Şam’a taşınmıştır. Böylelikle Kadıköy Konsili’nden sonra biri daha çok Pers uyruğunda kalan diyofizit-Nesturi Süryanileri, diğeri ise daha çok Bizans Devleti’nin sınırlarında yaşayan monofizit-Yakubi Süryanileri olmak üzere ikiye ayrılan Süryanilerin bu teolojik ayrılıkları günümüze kadar uzanmıştır.
Süryaniler, içinde bulundukları teolojik ve felsefî tartışmalar neticesinde önemli bir kültür mirası bırakmışlardır. Antakya, İskenderiye, Urfa, Nusaybin, Harran, Kınnesrin, Resülayn ve Cündişapur gibi Mezopotamya’nın önemli kentlerinde kurdukları okullarda bu geleneklerini devam ettiren Süryaniler, uzun asırlar boyunca Nesturi-Yakubi çekişmesini canlı biçimde devam ettirmişlerdir. Bu çekişmenin sonucunda taraflar iddialarını desteklemek için mantık ve felsefe eserlerine ihtiyaç duymuş ve başta Aristoteles’in mantık eserleri olmak üzere birçok Yunanca eseri Süryaniceye tercüme etmişlerdir.
İslâm’ın yayılma sürecinde ise Süryaniler bu derin tartışmalarını bir tarafa bırakmış ve Emeviler döneminde başlayan ve Abbasiler döneminde zirveye ulaşan tercüme hareketine aktif olarak katılmışlardır. Bu çerçevede Cündişapur okulu üzerinden Bağdat’a taşınan Nesturi kültür birikimi ve Tikrit’te toplanan, daha sonra yine Bağdat’a intikal eden Yakubi kültür birikimi sayesinde, İslâm dünyasında Yunanca ve Süryanice eserler Arapçaya tercüme edilmiştir. Bu süreçte önemli simalar yetişmiş ve büyük bir külliyat meydana gelmiştir. Yahya el-Batrik (ö. 815), Kustâ İbn Luka, Huneyn İbn İshak (ö. 875) ve oğlu İshak ibn Huneyn (ö. 911) ve Matta İbn Yunus (ö. 940) gibi Nesturi ilim adamları ile Yahya ibn Adî (ö. 974), İbn Zur’a (ö. 398), İbn Hammar (ö. 1017), Ebu Raita et-Tikriti, Yahya ibn Cerir et-Tikriti ve Ebu Sa’d Fazl et-Tikriti gibi bilginler de Bağdat’a yerleşen Tikrit kökenli Yakubi ilim adamları arasında ön plana çıkan isimlerdir. Bu tercüme süreci, İslâm dünyasında Aristoteles, Platon, Galen ve Batlamyus gibi önemli filozof ve bilim insanlarının eserlerinin tercüme edilmesi yoluyla Yunan felsefesinin bilgi birikiminin yayılmasına, Kindi, Farabi ve İbn Sina gibi İslâm filozoflarının yetişmesine katkıda bulunmuştur. Öte yandan Süryanice ve Arapça dillerinin etkileşimi çerçevesinde Süryanice kökenli birçok felsefî-bilimsel kavramın Arapçaya aktarılması da bu sürecin neticelerinden biri olmuştur.
Süryani kültür mirasının tarihî sürecinde birçok düşünür ve filozofun yetiştiği de ifade edilmelidir. Süryaniler; mantık, metafizik ve ahlâk başta olmak üzere birçok felsefî ve bilimsel alanda önemli eserler kaleme almışlardır. İlk defa Süryanice felsefî eser yazan kişinin Ülkelerin Yasaları adlı eseriyle kötülük, irade ve kader ile ilgili görüşlerini ortaya koyan Bardaysan (ö. 222) olduğu iddia edilmiştir. Aynı dönemde Tatyanus ve Lukyanus da Grek düşüncesindeki yozlaşmaya karşı yeni ve yerel değerleri öngören çalışmalar yapmışlardır. Nesturi-Yakubi çekişmesi sürecinde ise Antakya Süryani Kilisesi’nde okutulan ve daha sonra Nesturi okullarında Süryaniceye çevrilen Teodoros ve Diyodoros’un kutsal kitap yorumları Süryani bilgi mirası açısından önemli eserlerdir. Bu dönemde İskenderiye okulundan Yahya en-Nahvi’nin Aristoteles’in mantık, fizik ve metafiziği üzerine yaptığı çalışmaları da zikretmek gerekir. İslâmî dönemde ise tercüme faaliyetlerinde bulunan ama aynı zamanda önemli mantık ve metafizik eserleri kaleme alan Ebu Bişr Metta b. Yunus, Huneyn b. İshak ve Yahya b. ‘Adî gibi simaların eserleri ve 13. yüzyılda mantık, astronomi, metafizik, tarih ve şiir alanlarında önemli telif çalışmalarına imza atan Yuhanna b. Madeni ve Ebu’l-Ferec İbn İbrî gibi filozofların isimleri mutlaka zikredilmelidir. Bu dönemde Süryani ilim insanlarının büyük oranda Gazzâlî (ö. 1111) ve İbn Sina (ö. 1037) gibi İslâm filozoflarının etkisinde kaldıkları da söylenebilir.
M. Nesim Doru