TARİH

Ahmet ŞİMŞEK views2910

Geçmişin anlatımı, hikâyesi anlamına gelir. Etimolojisi hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, Arapça kökeninin İbranice “ay” anlamındaki “yarex” sözcüğü ile ilişkili olduğu belirtilir. Burada Tarih’in “ay” kelimesi ile ilişkilendirilmesi, “olayların tarihinin tespiti” anlamında yorumlanmıştır. Bu çerçevede bir tür “geçmişin hikâyesi” olarak tanımlanması da mümkün olmuştur.

İnsanın geçmişe dönük ilgisinin, ne zaman başladığı bilinmemektedir. Ancak bu ilgi, bireysel merak yanında, toplulukların ortak hafızası ve yönetenlerin meşruiyeti için bir tür gereklilik hâlini almış; her dönemin zihniyeti çerçevesinde, Tarih olgusu üzerinden sürmüştür. Geçmiş, insanın bilincinde önemli bir yer tutar ve yaşanmış-bitmiş hâliyle, tarihten çok daha geniş bir anlama sahiptir. İnsanlar, geçmişten önemli bulduklarıyla ilgilenirler. Bunu ilk toplumlarda sözlü kültür aracılığıyla, yazıyla birlikte de tarih şeklinde sundular. Bu bağlamda tarih, yaşanmış insanî ve toplumsal olay kümelerine odaklanarak, geçmişin önemli kısımlarını konu etti. 

Tarih kavramının ilk kullanıcısının Herodotos (ö. MÖ 425) olduğu kabul edilmektedir. O, kitabına “yaşanılan ve haberdar olunan şeylerin anlatılması” anlamında “istorias apodesis” adını vermiştir. Bu şekilde “istoria” kelimesiyle birlikte tarih, literatüre girmiştir. Antik Yunan’dan bugüne kadar, toplumların inançlarında, zihniyetlerinde, yönetimlerinde ve kültürlerindeki değişime bağlı olarak tarih sözcüğünde anlam daralması ya da genişlemesi olmuştur. Tarih, Herodotos’un eserinde “geçmişe ilişkin bir araştırma” anlamı taşırken, Orta Çağ’da dinî nasihatleri muhataplarına sunan bir araca bürünmüştür. Aydınlanma süreciyle, insan iradesi ve bunun inşa ettiği seküler bir dünyaya odaklanan tarih, 19. yüzyılda uluslaşmanın önemli bir enstrümanı olarak yeniden tanımlanmıştır. Alman Ranke’nin (ö. 1886) Berlin Üniversitesi’nde Tarih kürsüsünü kurmasıyla birlikte hem üniversitede akademik sistemin bir parçası olmuş, hem de profesyonel bir çalışma alanı (disiplin) hâline gelmiştir. 

20. yüzyılda tarihin, bir bilim mi, sanat mı yoksa zanaat mı olduğu, eğer bilimse, nasıl bir bilim olduğu tartışmaları yoğun yer tutmuştur. Sosyal bilimlerin “kanun çıkarıcı” (nomotetik) yapısı içinde mi, yoksa insanî bilimlerde olduğu gibi kendine özgü (ideografik) olarak mı kabul edilmesi gerektiği hâlâ tartışılmaktadır. Bu sebepten tarihin, bazen “geçmiş”, bazen tüm metodolojik gerekliliklerini içerecek biçimde bir “bilim”, bazense bunların tümünü kapsayacak biçimde profesyonel bir çalışma alanı olarak tanımlandığı görülür. Bu durumun birçok nedeni vardır. İlki, bir inceleme sahası olarak kabul edilen geçmişin kompleks yapısıdır. İkincisi, geçmişten günümüze kalan izler (kanıtlar) üzerinden icat edilen, her hâlükarda tanımlanması eksiklikler içeren tarihsel “olgu”nun şimdiki zamanda yeniden inşa edilmesi sürecinin karmaşıklığıdır. Üçüncüsü ise bütün bunları üstlenen tarihçilerin sahip oldukları kendine özgü kavrayış ve formasyonlarındaki farklılıklarıdır. Bu yüzden Carr’ın (ö. 1982) dediği gibi, Tarih, tarihçilerle olgular arasındaki kesintisiz etkileşim veya bugün ile geçmiş arasındaki bitmeyen bir diyalogdur.

İnsan yaşantısına ilişkin her şeyi kapsayan “geçmiş” olgusunun karmaşıklığı, zamanla onu daha rasyonel anlamlandırma çabalarının bir yansıması olarak birçok alt inceleme dalına ayırmış, bu da her bir alt dalda tarihin o çalışma alanından hareketle yeniden tanımlanmasını da beraberinde getirebilmiştir. Konu (siyasi tarih, ekonomi tarihi, toplumsal tarih, kültür tarihi vs.), mesleki (tıp tarihi, hukuk tarihi, eğitim tarihi, vs.), milletler (Türk tarihi, Rus tarihi, Fransız tarihi, vs.), bölgeler (Avrupa tarihi, Afrika tarihi, Balkan tarihi, vs.) ya da tarihyazımı yaklaşımı (yerel tarih, sözlü tarih, küresel tarih, mikro tarih, madun tarihi, vs.) bağlamları bu tanımlamada etkili olmuştur. Bu yüzden tarihi anlayabilmenin yolu, onu yazan tarihçiyi, tarihçinin niteliklerini, perspektifini bilmeyi zorunlu kılmaktadır. 

Tarih, sadece olay ve kişiler yığını değildir. Yaşadığımız toplum ve dünya açısından önemli gelişmeleri fark etmek, bugünümüzü daha iyi anlamamıza, toplumsal olaylar karşısında daha doğru perspektifler geliştirmemize imkân sağlayarak, kendimizi zaman ve mekanda konumlandırmamıza katkı verebilir. Geçmişi doğru okumak, bugüne ve geleceğe dair öngörü(ler) geliştirmemize destek olabilir. Bu yönüyle tarih, toplumsal ve bireysel bilinci destekler. Bireylere belli bir entelektüel tecrübe yanında, yüksek eğitim değeri olan bir zihni terbiye biçimi, kişinin hayatını değiştirebilen bir hayal ve anlayış dinamizmi sunabilir. 

Tarihin “yapılması”, “yazılması” ya da “inşa edilmesi” (kurgulanması), ifade bakımından tartışmalı bir durumdadır. “Tarihi yapan” ve “tarihi yazan” ayrımı güçtür. Tarihi yazan, “olan” üzerinden “yapan”ı ortaya çıkarmaktadır. Diğer yandan tarihi yazmak, geçmişi kayda geçirmek gibi kolay bir süreç değildir. Tarihi yazan kişi, her ne kadar nesnel olmaya çalışsa da farkında olmadan çeşitli öznelliklere düşebilir. Olay ya da olguyu belirlerken ve bunları yazarken seçtiği sözcükler, kurduğu cümleler, olaylara bakış açısı, tarihçinin öznel düşünce ve değer yargılarını yansıtabilir. Bu bağlamda tarih, Collingwood’un (ö. 1943) dediği gibi tarihçinin yazdıklarından başka bir şey değildir.

Yaygın bir tanıma göre tarih, geçmişte meydana gelen olay ve gelişmeleri, yer ve zaman göstererek, neden-sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen ve değerlendiren bir sosyal bilim dalıdır. Bu tanımlama ulaşılan kanıtların belirli bir metodolojiyle incelenerek, geçmişe dair olguların nesnel bir yaklaşımla yazılmasını öngörür. Tarihçi, geçmişe ilişkin seçtiği olayları, meydana geliş sürecini, dönemin koşullarını ve çevreyle olan ilişkilerini vs. göz önünde bulundurarak yorumlar. Konu edilenlerin, ilgili dönemlerinin değil de şimdiki zamanın koşulları göz önünde bulundurularak incelenmesi şüphesiz büyük bir hata yaratır ki buna anakronizm denir. 

Bir bilim dalı olarak Tarihin verileri, geçmişe odaklandığı için diğer bilimlerdeki gibi deney ve gözleme dayanamaz. Bu da tarihin tekerrürden ibaret olduğu tezini çürütür. Ancak bu metodolojik çalışma biçimi, Tarihin geleceğe dönük bazı projeksiyonlar sunmasına imkân verebilir. Tarihten ders almak şeklindeki açıklanan bu durum, geçmişte yaşanmış tarihsel olayların günümüz gelişmelerini anlamaya ışık tutması ve gelecekte olabilecek benzer olaylar için tahmin imkânı vermesi şeklinde kabul edilebilir. Buna karşın, günümüzdeki her olayın geçmişin bir tekrarı olduğunun düşünülmesi, her dönemin kendine özgü ve biricik şartlarının olduğunun göz ardı edilmesi, tarihsel olaylardan sonuç çıkarmanın maksadını aşar. Bu bağlamda, bir sosyal bilim olarak Tarih, konunun ön yargılarından uzak (nesnel), çok yönlü, tarafsız ve daha önce belirlenmiş olan bilimsel ölçütler dahilinde incelenmesini dile getirir. Buna göre tarihsel olaylar, kanıta dayalı ve çok perspektifli biçimde, karşılaştırmalı veriler göz önünde tutularak işlenir. Bu çerçevede “birincil kaynak” denilen, tarihsel olaya şahitlik etmişlerin ürettikleri vesikalar ve diğer tarihsel nesnelerden yararlanılması yapılan işin değerini arttırır. 

Yaygın diğer bir görüşe göre ise tarih, insana odaklanarak, onun geçmişini araştıran, anlamaya çalışan, daha çok yorumcu (hermenötik) yapıda bir insanî çalışma alanıdır. Burada, tarihçinin nesnel davranımı iddiasıyla üzeri örtülen seçim ve yorumlarının görmezlikten gelinerek, tarihin belgeler üzerinden ilerleyen bir bilim dalı olarak tanımlanması eleştirilir. Buna göre insan kültürel bir varlıktır ve tarihsel bir süreç içerisindedir. Bu nedenle tarih, insanın vazgeçilmez bir değeri olarak karşımıza çıkar. Bir başka deyişle, nerede insandan bahsediliyorsa orada tarih; nerede tarih varsa orada insan vardır. Bu anlamda tarih, her dönemde hakim olan farklı zihniyetlere göre farklılaşan insanın hikâyesine odaklanır. İnsanın öngörülemez, dinamik ve karmaşık yapısına vurgu ön plana çıkar. 

Bütün bu karmaşık çalışma tarzı ve kesinlikten uzak araştırma sonuçlarına rağmen tarih, büyük ilgi görmeye devam etmektedir. İnsanların geçmişe olan merakları, araştırma ve öğrenme istekleri, anlam arama çabaları olduğu sürece de hiç bitmeyecek gibidir. Tarih kavramı, insanların kendilerinden öncesinde neler olup bittiğini öğrenmek ve edinilmiş tecrübelerden yararlanmak istemesi sebebiyle önemini koruyacaktır. Ancak gerek araştırma alanı gerek araştırma metodolojisi, gerekse araştıran tarihçi açısından çok boyutlu bir kavram olmaya devam edecektir. 

Ahmet Şimşek

Kaynakça

Burke, Peter. Tarih ve Toplumsal Kuram. Çev. M. Tunçay. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.

Carr, Edward. H. Tarih nedir?. Çev. M. G. Gürtürk. İstanbul: İletişim Yayınları. 2006.

Collingwood, R. G. Tarih Tasarımı. Çev. K. Dinçer. Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2007.

Engin, Vahdettin ve Ahmet Şimşek. Yay. Haz. Türkiye’de Tarihyazımı. İstanbul: Yeditepe Yayınları, 2011.

Hobsbawn, Eric. Tarih Üzerine. Çev. O. Akınhay. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1999.

Khella, Karam. Tarihin Yeniden Keşfi: Üniversalist Tarih: Avrupa Merkezli Tarihsel Bilincin Yıkımı. Çev. İ. Kaygusuz. İstanbul: Su Yayınları, 2005.

Şimşek, Ahmet. Yay. Haz. Tarih Nasıl Yazılır? – Tarihyazımı İçin Çağdaş Bir Metodoloji. İstanbul: Tarihçi Kitabevi, 2011.

Tekeli, İlhan. Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek. Ankara: Dost Kitabevi, 1998.

Tosh, John. Tarihin Peşinde Modern Tarih Çalışmasında Hedefler, Yöntemler ve Yeni Doğrultular. Çev. Ö. Arıkan. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınevi, 2008.

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi