TASAVVUF

Hasan Kamil YILMAZ views1524

Tasavvuf, İslâm dininin zâhir ve bâtın hükümlerinin birlikte yaşandığı mânevî, rûhânî ve derûnî hayat tarzının ve buna ait ilmin genel adıdır. 

Manevi, rûhanî ve mistik hayat, insan tabiatının gereği olarak, genel mânâda bütün dinlerde var olan bir olgudur. Tasavvuf, İslâmî ilimlerin özü ve zirve noktası olarak değerlendirilir. Cibril hadisinde “İslâm ve imân”dan sonra anlatılan “ihsân”a ermenin usulünü öğreten ilmin; ve bunun yollarını gösteren kurumun adıdır. Tasavvuf, İslâm’ın ruhani hayatı ve İslâm Peygamberi’nin şahsında temsil ettiği mânevî otoritenin kurumsallaşarak yaygınlaşan şeklidir.

Manevi ve ruhani hayat, Hz. Peygamber’in saadet çağında “ihsan” olarak anılmış; “takva, tezkiye, nefs ile mücahede ve zühd” şeklinde yaşanmıştır. Hz. Peygamber’in etrafında ve ona gönülden bağlı, dinî ve manevi duyguları onunla birlikte nezih bir biçimde yaşamaya çalışan saadet neslinin adı “sahâbe”dir. Hz. Peygamber’e yakınlık, onları “sahabe”den başka bir ad ve sıfatla anılmaktan müstağni kılmıştır. Sahâbîlere yetişenler “tâbi’î”, tâbi’îne yetişenlerde “tebe-i tâbi’î” olarak bilinir. 

Saadet çağından sonra refah, lüks ve israfın yaygınlaşması üzerine bazı duyarlı kimseler, zâhidane rûhânî hayatı özleyerek, dünyaya ait ilgi ve sevgiyi terkedip zühdi hayata yöneldi. Dünyanın câzibe ve tuzaklarından kendini korumaya çalışan bu kimseler “zâhid/dünyaya değer vermeyen”, “âbid/ibadete düşkün”, “nâsik/münzevi” ve “bekkâ/çok ağlayan, gözü yaşlı” gibi isimlerle anıldı. Hicri ikinci asırdan sonra farklı mezheplere bağlı zâhid ve âbidler içinde tevâzu göstergesi bir elbise sayılan suf/yün giymeyi şiâr edinen ehl-i sünnet mensuplarına sûfi adı verilmeye başlandığı bilinmektedir. Tasavvuf, “sûfî” kelimesinden türetilmiştir. Kelimenin “ashab-ı suffe”, “safa/safvet”, “sofia” ve “sûf” köklerinden geldiği öne sürülmüşse de, en çok kabul gören sûf/yün kökünden türetildiğidir. Hicri ikinci asırdan itibaren İslâm’ın ruhi ve mânevî hayatını derinlemesine yaşamaya çalışanlara genellikle sûfî, onların ilim ve yollarına tasavvuf adı verilmiştir.

Peygamberimiz’in Allah ile ilişkilerinde yaşadığı haşyet duygusu, yaratılmışlarla irtibatında egemen olan merhamet, dünya nimetlerine karşı tavrındaki zühd, tasavvufun nebevi temelleridir. Hz. Peygamber (s.a.v.) saadet çağında henüz adı konulmamış tasavvufi hayatın örneklerini bu çerçevede yaşamış ve yaşatmıştır. Tasavvufun yaşamak ve tatmakla anlaşılan “hal ilmi” olma özelliği ruhi tecrübeye dayanmakta ve bazen “irfan” adıyla anılmaktadır. Bu yüzden Temel İslâm İlimleri olarak bilinen Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Kelam’dan farklı olarak Tasavvuf, bilgiden çok duygu ve manevi hâli ifade etmektedir. 

Tasavvufun hâl olması, onu kitaptan öğrenmek yerine bir mürşidden uygulamalı olarak öğrenmeyi gerekli kılmaktadır. Tasavvufun hâl boyutu, Hz. Peygamber’e ulaşan bir silsileye sahip bir mürşid-i kâmilin nezdinde seyr u sülûk ile hâlinden ahz-ı feyz etmekle gerçekleşir. 

Tasavvuf, hâl olduğu kadar bir ilimdir. Çünkü hicri II. asırdan itibaren yazılmaya başlayan Kitabu’z-zühdler ve ardından kaleme alınan tasavvufa dair eserlerle tasavvuf klasikleri ve külliyatı, tasavvufu zengin müktesebata varis kılarak İslâmî İlimler arasında yer almasını sağlamıştır. Kur’an ve hadis dışındaki İslâmî İlimlerin ortak adı önceleri fıkıh idi. Fıkh-ı ekber denilince akaid, fıkh-ı batın ve fıkh-ı vicdani denilince tasavvuf ve ahlak, fıkh-ı zahir ya da sadece fıkıh denilince ibadet, muamelat, ukubat ve hukuk bilgisi anlaşılırdı. 

Tasavvufi hayat başlangıçtan günümüze zühd, tasavvuf ve tarikat olmak üzere belli başlı üç dönemden geçmiştir. Zühd dönemi, saadet çağından itibaren sufi ve tasavvuf kelimelerinin kullanılıp yaygınlaşmaya başladığı ilk iki hicri asrı içine alır. Zühd hareketinin muhtelif bölgelerde yaygınlaştığı, muhaddis-zahidlerle zahid-sufilerin kitabü’z-zühd ve benzeri eserler kaleme almaya başladığı dönemdir. Tasavvuf dönemi, sufi ve tasavvuf kelimelerinin kullanılıp yaygınlaştığı, tasavvuf kavramlarının oluşmaya başladığı hicri üçüncü asrın başından tasavvufun tarikatlar olarak kurumsallaştığı VI. hicri asra kadar olan dönemdir. Tarikat dönemi ise VI. hicri/XII. miladi asırdan günüze kadar geçen süreçtir.

Tasavvufun konusu Allah, varlık ve insandır. Allah’ı keşf, ıyan, vecd ve vicdan itibarıyla zat, sıfat, şüûn ve fiilleriyle tanımaktır. Buna ma’rifet-i ilâhiye denir. Ayrıca ruh ve nefs itibarıyla insanın yapısını tanımak ve tanıtmak; kalp tasfiyesi, nefs tezkiyesi ve ahlâkın yüceltilmesi yollarını incelemektir. Tasavvufun konusu “tahalluk ve tahakkuk” olarak da özetlenmiştir. Tahalluk İslâm ahlâkını öğrenmek; tahakkuk bunu gerçekleştirerek ahlâkî ve manevî yükseliş ile bazı tahkikî bilgilere ulaşmaktır. Bir başka ifade ile tasavvufun halka dönük olan tarafı tahalluk, Hakk’a dönük ciheti ise tahakkuktur. Seyr u sülûk için gerekli şartlar, manevî makam ve hâller; vecd, istiğrak, aşk, sevgi, nefret ve kin gibi duygular ve bunlara dair bilgiler tasavvufun konusuna dâhildir. 

Tasavvufun amacı, insanı kötü ahlâk ve çirkin huylardan uzaklaştırmak, güzel vasıflarla bezemek, Hz. Peygamber’e tam bir ittibâ ile Allah ve Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlaklanmış “insan-ı kâmil” yetiştirmektir. Bu ana gayede bütün mutasavvıflar ittifak hâlinde olmakla birlikte, gerçekleştirilmesi konusunda ön görülen vasıta ve yollar farklıdır. Bir kısım mutasavvıflar bu gayeye ibadet ve taatle; bir kısmı riyâzetle; bir kısmı ise aşk ve vecdle erişileceğini ifade eder. Bu yolculuğun nihâî sınırı vuslattır. Vuslata ermek, “üsve-i hasene” olan Allah Rasûlü’ne ittibâ ile onun verâset-i mâneviyesine sahip olmaktır.

Zühd döneminde İslâm dünyasının muhtelif yörelerinde farklı özelliklere sahip zühd mekteplerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Basra’da Hasan Basri (ö. 728)’nin temsil ettiği korku ve hüzne dayalı zühd mektebi ile Rabiatü’l-Adeviyye (ö. 801)’nin temsil ettiği muhabbet ve sevgiye dayalı zühd mektebi, en dikkat çekici olanlardır. Rabia “muhabbetullah”ı, aynı yüzyılda yaşayan Ma’ruf Kerhi (ö. 815-16) ise “ma’rifetullah”ı zühdün esası yaptı. İlk zahid sufilerinden Rabia ve Davud Tai (ö. 781) bekardır. Davud Tai kitaplarını nehre atarak riyazete yönelmişti.

İlk iki asrın zâhid-sûfîleri genellikle Basra, Kûfe ve Horasan’dan yetiştikleri hâlde IX. ve X. Asrın mutasavvıfları İslâm memleketlerinin hemen her tarafından, tasavvufun değişik boyutlarıyla temayüz etmişlerdir. Basra’da Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö. 896), Kûfe’de İbn Semmâk (ö. 799), Horasan’da Ahmed b. Harb (ö. 848), Hâtim-i Esamm (ö. 851), tevekkül ve fütüvvet ağırlıklı Horasan tasavvufunun temsilcilerini oluşturur. 

Bâyezid Bistâmî (ö. 848), sekri sahvına, mahvı isbatına galip ve şatahât üslûbuyla konuşan bir sûfîdir. Sözlerinde “fenâ fillâh” ile benlikten geçmeyi ve sekr hâlini anlatır. Hâris b. Esed Muhâsibî (ö. 857), er-Riaye adlı eserinde sûfînin eğitim içinde geçireceği gelişmeleri, bu gelişmeler sırasında ortaya çıkabilecek hakikatleri ve tecellî edebilecek marifet ve bilgilerle manevîyat yolunun sıkıntılarını anlatır. Ona göre “bâtınını murâkabe ve ihlâsla doğrultan kimsenin zâhirini Allah, mücâhede ve sünnete ittiba ile süsler.” Cüneyd Bağdâdî (ö. 909) Bâyezid Bistâmî’nin sekrine mukabil, “sahv ve temkin”in mümessili sayılır. Cüneyd, sahip olduğu sistematik kafa yapısı sebebiyle tasavvufun esaslarını yaymada etkin olmuş ve tesiri yıllar boyu sürmüştür. Hakîm Tirmizî Ebû Abdullah Muhammed b. Ali (ö. 932) “Velâyet” konusunda yazdığı Hatmu’l-evliyâ adlı eseriyle dikkat çekmiştir. 

Muhasibi ile başlayan ve Hakim Tirmizi ile devam eden tasavvuf klasikleri, Ebu Nasr Serrac (ö. 988)’ın el-Lüma’ı, Ebû Bekir Kelâbâzî (ö. 990)’nin et-Taarruf’u, Ebû Tâlib Mekkî (ö. 996)’nin Kûtü’l-kulûb’u, Abdülkerim Kuşeyrî (ö. 1072)’nin er-Risâle’si, Ali bin Osman Cüllâbî Hücvirî (ö. 1072)’nin Keşfü’l-Mahcûb’u, Muhammed Gazzâlî (ö. 1111)’nin İhyâu ulûmi’d-dîn’i, Ebû Hafs Ömer Sühreverdî (ö. 1234)’nin Avârifu’l-maârif’i, Muhyiddin ibn Arabî (ö. 1240)’nin Fusûsu’l-hikem’i ve Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö. 1273)’nin Mesnevî’si ile tasavvufun sistematik bir ilim hâline gelmesine katkılar sağladı. Özellikle Kuşeyri ve Gazzali sünnî tasaavvufun sitemleşmesini gerçekleştiren önemli iki şahsiyettir.

Gazzali sonrası tasavvuf bir yandan tarikatlar şeklinde kurumsallaşma sürecine girdi. Bağdad’da Abdülkadir Geylani (ö. 1165-66), Ortaasya’da Ahmed Yesevi (ö. 1166), Basra’da Ahmed Rifai (ö. 1182) ve Kuzey Afrika’da Ebu Medyen Mağribi (ö. 1198) ilk tarikat kurucuları arasında yer aldı. Ardından İslâm ülkelerinin muhtelif bölgelerinde Sühreverdilik, Çiştilik, Şâzelilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Bedevilik, Desûkilik, Nakşbendilik, Halvetilik ve Bayramilik gibi, sayıları yüzlerle ifade edilen tarikat ve şubesi kuruldu. Diğer yandan İbn Arabi vahdet-i vücud; İbnü’l-Fârid (ö. 1234) aşk; Mevlana Allah, insan ve aşk konularında çığır açıcı eserler yazdı. Bu üçünün eserlerine yüzlerle ifade edilen şerhler yapıldı. Ahmed Yesevi ve Yunus Emre Türk tasavvufî halk edebiyatının gelişimine öncülük etti. Divan edebiyatı tasavvufi mazmunlarla derinlik kazandı. 

Vahdet ve tevhid fikri, tasavvufi düşüncede varoluş yorumunun temelini oluşturur. Tasavvuf varlık konusunu “vahdet-i vücûd/varlığın birliği” ve “vahdet-i şühûd/görülenin birliği” adıyla inceler. Vahdet-i vücûd varlık birdir, o da Hakk’ın varlığından ibarettir. Ondan başka “kâim bi-nefsihî/varlığı kendinden” bir varlık yoktur. Diğer bütün varlıkların varlığı O’nun varlığına bağlıdır. Vahdet-i vücud anlayışı İbn Arabi ve talebeleri tarafından güçlü bir biçimde ifade edilmiş, İbn Arabî’nin bu vadideki eseri Füsûsu’l-hikem’e pek çok şerh yazılmıştır.

İmam-ı Rabbani vahdet-i vücûd yerine vahdet-i şühûd kavramını kullarak ona farklı bir boyut kazandırmıştır. Vahdet-i şühûd, kulun âlemde Hakk’ın tecellisinden başka bir şey görmemesi, masivanın büsbütün gözünden kaybolarak sadece Bir’i görür hâle gelmesi, demektir. Bu durum güneş ışığı çıktığında yıldızların görünmez olmasına benzetilir. Aslında yıldızlar yerindedir, ama güneş ışığı onların görülmesine imkân vermemektedir.

Tasavvufun geliştirdiği fütüvvet anlayışı, fütüvvet ve ahîlik teşkilatının kurumsal kimlik kazanmasını sağladı. Abbasilerin son döneminde ortaya çıkan fütüvvet, Anadolu Selçuklularında Ahîlik adıyla örgütlendi. Osmanlı’nın kuruluşunda Ahîlik, Babailik, Yesevilik, Zeynilik ve Rifailik gibi tasavvuf grupları etkin olmuş, Anadolu ve Balkanların fethi ve İslâmlaşmasında önemli rol oynamıştır.

Tasavvufun dinî bir hareket ve düşünce sistemi olarak başlangıçtan itibaren dinî hayatın bireysel ve toplumsal olarak vecd ve coşku ile yaşanmasında; dinin yeni muhitlere, kişi ve kitlelere tanıtımı ile davet, irşad ve tebliğ hizmetinde önemli katkıları olmuştur. İslâm’ın yayılması konusunda bazen ülke ve beldelerin fethinden önce, bazen de sonra, gönüllerin fethini gerçekleştiren “leşker-i duâ/davet erleri” denilen tasavvuf mensuplarının önemli hizmetleri vardır.

Bununla birlikte tarih boyunca tasavvufun muhalifleri de var olagelmiştir. Bazı selefi düşünce mensuplarıyla bazı kelamcılar, Osmanlı döneminde 17. yüzyılda Kadızadeliler, son yüzyıllarda ise Vahhabiler tasavvufa karşı çıkanların başlıcalarıdır.

Kültür ve medeniyet inşası için gerekli olan incelik, estetik ve sanat algısının gelişiminde tekke ve tarikat gibi tasavvuf kurumları ile mensuplarının ayrı bir yeri vardır. Şiir, mûsikî, hat ve tezhip gibi güzel sanatlar tasavvuf muhitlerinde gelişip yaygınlaşma imkânı bulmuştur. 

Hasan Kamil Yılmaz

En az 3 karakter girmelisiniz.
En az 3 karakter girmelisiniz.
2022 ©
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi