“Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olması, eşi, benzeri ve ortağı bulunmaması, kulluk edilmeye lâyık tek varlık olması ve bunun kabul edilmesi”dir. Kur’ân’ın en az Allah’ın varlığı kadar önemle üzerinde durduğu ve İslâm Dini’nin temelini teşkil eden hususlardan biri olan tevhid, özlü bir şekilde “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah” (Allah’tan başka ilah yoktur Muhammed onun resûlüdür) cümlesiyle ifade edilir. Bu cümleye tevhid kelimesi (kelime-i tevhid) denir. Kelime-i tevhidde “Allah vardır” yerine “Allah’tan başka ilâh yoktur” ibaresinin yer alması, tevhidin iman hayatındaki merkezî yerinin ifadesidir. Nitekim Allahu Teâlâ, “kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamayacağını, bunun dışında kalan günahları ise dilerse bağışlayacağını” bildirir ve “Allah’a ortak koşan kimse derin bir sapıklığa sapmış olur.” buyurur (Nisâ, 4/48, 116). Hz. Peygamber de “Allah katında en büyük günah nedir?” diye sorulunca, “Seni yaratan Allah’a şirk koşmandır.” cevabını vermiş, insanı helâke sürükleyecek yedi büyük günahın en başında Allah’a şirk koşmayı saymıştır (Buhârî, “Tevhîd”, 40).
Kur’ân’ın ifadesiyle, insanın fıtratında, Allah’ın bir olduğu şuuru ve kabulü vardır. Allahu Teâlâ ile insan türü arasında, yaratılışları esnasında (elest bezmi) O’nu Rab kabul edeceklerine dair yapılan sözlü veya fiilî sözleşmede âdemoğullarının tevhid inancından sapmamaları ve şirke düşmemeleri de yer almıştır (bkz. A’râf, 7/172-173). Nitekim Kur’ân’da “Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider.” (İsrâ, 17/67), buyrularak insanın hayatı boyunca karşılaştığı darlık anlarında, unuttuğu bu bilinç hâline döndüğü, kendisini kurtarabilecek tek varlığın Allah olduğunu hatırlayıp başka bir varlığa değil, tüm benliğiyle O’na yöneldiği ifade edilir. Birden fazla ilâh bulunduğu varsayıldığında, çok başlılık ve nihayetinde kaçınılmaz bir otorite çatışması ortaya çıkacaktır. Böyle bir durumda kâinattaki düzenin devamının sağlanması imkânsız olduğundan, esasen tevhidin aklen geçerli tek inanç olduğu da ortaya çıkmaktadır (bkz. Enbiyâ, 21/22; Mü’minûn 23/91).
Tevhid inancı, Allah’ın insanlık tarihi boyunca gönderdiği vahyin temel mesajı ve insanlığın aslî inanış biçimidir. “Senden önce gönderdiğimiz hiçbir peygamber yoktur ki ‘Benden başka ilâh yoktur, yalnızca bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiyâ, 21/25) âyeti bunun ifadesidir. Bununla birlikte, Hz. Nûh’un peygamber olduğu dönemden itibaren insanlar tevhid inancından saparak başka varlıklara da tapmaya başlamışlar, sonraki peygamberlerin ümmetlerinde de benzer inanışlar ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, insanlığın tedricî ve evrimsel bir gelişim gösterdiği inancına paralel olarak dinlerin de önce çok tanrıcılıkla ortaya çıkıp zamanla evrilerek tek tanrılı dinlerin görülmeye başlandığı iddiası geçersizdir. Zira bu görüş hem dinin kaynağını Allah ve vahiy olmaktan çıkarıp insanın birtakım duygu ve güdülerine indirgemekte hem de tarihsel vakıa ve Kur’ân’ın beyanları ile uyuşmamaktadır.
İnsanın, Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri itibarıyla bir ve tek, eşsiz oluşunu kabul ve buna iman etmenin ötesinde, kalbiyle Allah’ı sevmesi ve bunu davranışlarıyla ispatlaması, yani ibadet etmesi, kulluğun ifadesi olan her türlü davranışında sadece Allah’a yönelmesi gerekir. Tevhidin hem zihnî ve imanî hem de amelî boyutu oluşunu dikkate alarak İslâm âlimleri tevhidi iki başlık altında incelemişlerdir: “tevhid-i ulûhiyet” ve “tevhid-i rubûbiyet”. “Tevhid-i ulûhiyet”; Allah’ın yegâne yaratıcı kabul etmek, O’nun hakkında düşünülmesi gerekli olan bütün yetkinlik sıfatlarına inanıp, zâtını bütün noksanlıklardan uzak tutmak ve herhangi bir varlığı ilâhlık mertebesine yükseltmemek, Allah’ın insanları yarattığına, onlara rızık verdiğine, onları diriltip öldürdüğüne iman etmek demektir. “Tevhid sûresi” de denilen İhlâs Sûresi, “inançta (imanda) tevhid” olarak adlandırılabilecek bu tür tevhidin en özlü ifadesidir.
“Amelde (ibadette) tevhid” de denilen “tevhid-i rubûbiyet” ise Allah’ın ilâh olduğunu kabul etmek, sonrasında da sadece O’na ibadet edip, ibadette hiçbir şeyi O’na ortak koşmamaktır. Başka bir deyişle, Kâfirûn Sûresi’nin açıkladığı üzere, O’nun tapılmaya ve mutlak olarak itaat edilmeye lâyık yegâne varlık kabul edilmesidir. Allah’ı sevmek, O’na yönelmek, sığınmak ve her işinde O’na dayanmak, bu konularda O’na ortak birtakım varlıklar ve güçler kabul etmemek, Allah’ın karşısında hak-bâtıl, iyi-kötü, güzel-çirkinin ölçüsü olmada başka bir otoritenin varlığına gönülden karşı çıkmak, kısacası muhabbeti, korkuyu, ümidi, tevekkülü sadece O’na yöneltmek ve bu anlamda aracı varlıkları reddetmek tevhid-i rubûbiyetin göstergesidir. “Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.” (Fâtiha, 1/4) âyeti bu tür tevhidi en açık biçimde ifade eder. Bu anlamda tevhid-i rubûbiyetin kapsamının, tevhid-i ulûhiyetten çok daha geniş olduğu anlaşılmaktadır.
Pratik hayata yansıyan yönleriyle birlikte bir yandan da insanın günlük hayatı ve dinî hayata ilişkin davranışları ile ilgili olan tevhid inancı, Müslüman bilincin zihnî bölünmüşlüğünü önler, onu ikilemden kurtarır. Bu sayede inancında, iç âleminde, düşünce dünyasında, hayat tarzında sağlıklı ve dengeli bireyler ve toplumlar meydana gelir.
Ulvi Murat Kılavuz