Varoluşçuluk, insan varlığının varoluş hâllerini, tarzlarını ve süreçlerini anlamaya çalışan felsefi düşüncelerdir. 20. yüzyılın ilk üççeyreğini saran ve henüz tam anlamıyla popülerliğini yitirmemiş olan varoluşçuluk kendine temel konu olarak insan varlığını seçer. Fakat varoluşçuluğun bir felsefe, bir yöntem, bir dünya görüşü ya da dönemin toplumsal ihtiyaçlarını gideren bir başkaldırı olup olmadığı üzerine tartışmalar hâlen devam etmektedir.
Varoluşçuluk, kolayca tanımlanacak bir düşünce değildir. Kökleri bazılarına göre Antik Çağ’da Sokrates’e bağlanırken, bazıları Orta Çağ felsefecisi St. Augustinus’a (ö. 430) kadar götürülebileceğini savunmaktadır. Kimileri varoluşçuluğu Pascal (ö. 1662) ve Descartes’la (ö. 1650) başlatırken, kimileri 19. yüzyıldaki felsefe ve edebiyat düşüncesine dayandırırlar. Kökleri üzerinde bile henüz tek bir görüşte uzlaşılamazken, tek bir tanım yapmak da yanlış olacaktır. Çünkü hem her varoluşçu filozof, kendi felsefesini diğerlerinden farklı olarak tanımlamaktadır hem de varoluşçuluk zaten özcü bir felsefi düşünüş biçimini reddetmektedir. Yine de genel olarak varoluşçu felsefenin, insan varlığının somutluğunu açıklayan ve varoluşunu ortaya koyan bir öğreti olduğu ileri sürülebilir.
Varoluşçuluk tarihsel bir hareket olup, bir düşünürden diğer bir düşünüre giderken değişmekle birlikte, varoluşçu filozoflar genel olarak pozitivizme, rasyonalizme, idealizme, materyalizme ve bilimciliğe karşı çıkma noktasında benzerlikler içermektedir. Varoluşçu filozoflar iki grupta toplanmaktadır. Tanrı tanır varoluşçular, Sören Kierkegaard (ö. 1855), Maurice Blondel (ö. 1949), Gabriel Marcel (ö. 1973) ve Karl Jaspers (ö. 1969), Tanrı tanımaz varoluşçu filozoflar ise Friedrich Nietzsche (ö. 1900), Martin Heidegger (ö. 1976), Jean Paul Sartre (ö. 1980) ve Albert Camus (ö. 1960)’dür.
Daha önceki filozoflar insanı soyut, ideal ve akıllı bir varlık olarak metafizik bir tasarımla evrenselliği açısından tanımlanırken, varoluşçu filozofların ortak görüşü ise insanı bireysel somut varlığı ile anlamak gerektiğidir. Varoluşçu felsefelerin ortak kavram, kabul ve ilkeleri ele alınarak, nasıl bir düşünüşle insanın varoluş tarz ve süreçlerini açıkladıklarını anlamak olanaklıdır.
Varoluşçu felsefeler, sistemci/metafizikçi felsefelerin varlığı ele alma ve irdeleme biçimine karşı çıkarak, bireyci/tekilci bir anlayışla, insanın günlük yaşamındaki bireysel ve toplumsal ilişkilerinde ortaya çıkan varoluş hâllerini analiz ederler. Platon’la başlayıp Hegel’e kadar devam eden sistemci, kuramsal ve kavramsal felsefe anlayışında evren, objektif ve nesnel boyutta anlaşılır. Özellikle Hegel felsefesinde ussal dizgecilik en üst sınırlarına vararak, insan birey olmaktan çok sistemin yani Mutlak Tin’in gerçekleşmesi için bir araç olur. Ayrıca evreni matematiksel simgelerle nesnel bir şekilde kavramlaştırmanın olanaklı olduğunu varsayan modern bilim anlayışı, usçu ve metafizik sistemleri destekler. Hegel döneminin usçu metafizikçisi olarak, “ussal olan gerçektir ve gerçek olan ussaldır” diyerek varlığı soyut, rasyonel ve tümdengelimsel Mutlak Tin’in fenomenolojik açılımında ortaya koyar. Böylece varlık, varoluş kavramından uzaklaşıp, ussal olana taşınır. Kierkegaard ise kendi bireyci veya öznel felsefesini, Hegel dizgesini eleştirerek ortaya koyar; çünkü Hegel bireyin somutluğunu soyut kavramlar ile açıklamaktaydı. Fakat bu soyut kavramlar somut ve varolan bir gerçekliği değil, ancak olası olanı verebilir. Böylece bireyin, Mutlak Tin’in kavramsal bir aşamasına bağlanamayacağını öne süren Kierkegaard’a göre birey, kendi seçimi ile kendi varoluşunu gerçekleştiren somut bir varlıktır. Birey, başkasının seçimi ile varolamaz. Birey ancak “şu ya da bu birey” olarak varolabilir.
Varoluşçuluğa göre, birey her zaman yönelen, ilgi gösteren, kaygı duyan, çevresiyle ilişki kuran, karşılaşan ve diğerleriyle birlikte bir Dünya-içinde-varlıktır. İlk defa St. Augustinus’ta naif olarak ortaya çıkan bireye yönelme anlayışı, modern çağda Descartes’la birlikte felsefeye girmiştir. Fakat asıl anlamını Franz Brentano’da (ö. 1917) bulmuştur. Fenomenolojinin temel yapı taşlarından olan yönelmişlik, Edmund Husserl (ö. 1938) felsefesinde ise en belirgin değerini almıştır. Varoluşçuluk da fenomenoloji gibi, yönelmişlik kavramını kendine temel ilke yaparak bireyin varoluşunu açıklamaya çalışmıştır. Yönelmişlik, refleksif saf bir bilinç yerine, bir şeyin bilinci olarak bilinci ele alır. Bilinç, her zaman bir şeyin bilincidir. Örneğin Sartre’a göre, varoluşsal yönelmişlik, benim kendi bilgimle diğeri hakkındaki bilgilerimi ayıran temel özelliktir. Diğer insanlar benim yönelmişlik nesnelerim olarak vardırlar. Heidegger, Husserl fenomenolojisinden aldığı yönelmişlik kavramını, Dasein’in varoluşsal analizinde kullanır. Heidegger’e göre, Dasein, geleceğe-doğru-yönelen varlık olarak yöneldiği ve ilgi duyduğu sürece vardır. Yönelmişlik, Dasein’ın varoluşsal hakikatini ortaya çıkaran otantik ilgide açığa çıkmaktadır. Yani Dasein dünya-içinde-varlık olarak gündelik yaşamında ilgi duyan ve kendi tasarımlarına yönelen varlıktır. Yönelmişlik ve ilgi duyma Dasein’in varoluşunun ontolojik varlık koşuludur.
Varoluşçuluğun diğer bir ortak ilkesi de, varoluş özden önce gelir ve(ya) insan seçimleriyle kendisini var eder diyebiliriz. Her ne kadar varoluşçu düşünürler arasında ortak bir dizge olmasa da, her varoluşçu düşünür çeşitli derecelerde özgürlük veya seçme özgürlüğünden söz etmişlerdir. Onlara göre insan, kendi bireysel veya öznel varoluşunu gerçekleştirirken özgürdür. Her şeyden önce özgürlük, mutlak serbestlik veya başıboşluk değildir. Tüm varoluşçular, özgürlükle birlikte sorumluluk kavramını da göz önünde tutarlar. Sorumluluk duygusu, özgürlüğü kısıtlayan olarak değil de, özgürlüğün varoluşsal yapısını ortaya koyan olarak düşünülür. Sorumluluk aynı zamanda özgürlüğün bilinçli olarak ortaya çıkmasını sağlar. Varoluşçu felsefe insanın, sabit ve değişmez bir doğası olduğunu kabul etmez. Özü olmayan insan, zorunlu olarak özgürlüğe mahkûmdur. Sartre’a (ö. 1980) göre, insan bu dünyada özgürlüğe mahkûmdur. O hâlde, bu özgürlüğünü de özgürce kullanma sorumluğuna sahip olmalıdır. Sartre, ‘varoluş özden önce gelir’ diyerek varoluşçuluğu formüle etmiştir. Olmayı ya da olmamayı seçebilen tek varlık olarak insan, diğer tüm canlı ve cansızlardan ayrılır; insan için, varoluş özden önce gelir ve insan varoluşunu seçebilen özgür varlıktır. Özgür birey, seçiminden kendisinden başka kimseyi sorumlu tutamaz. Her birey kendi seçiminden ve varolma tarzından sorumludur.
Varoluşçu filozoflar, varlık ve hiçlik kavramlarını insan varoluşunu açıklamak için kullanırlar. Tüm varoluşçu düşünürler bu ikiliye değinmeden hatta kendilerine temel önsel ilke yapmaktan da kaçamazlar. Örneğin Sartre’ın baş eserinin adı Varlık ve Hiçlik’tir. Sartre, varlığı (a) kendi-için-varlık (bilinçli ve özgür varlık), (b) kendinde-varlık (nesne, şey) diye ikiye ayırmaktadır. Sartre ayrıca kendi-için-varlığı hiçlikle birlikte kavrar. Varlık ve hiçlik ikilisi kendini en iyi Heidegger felsefesinde açığa vurmaktadır. Hiçin hiçlemesi, insanın varoluşunu ortaya koyan endişe ile kendini açığa vurur. Bu sayede Dasein, hem varolan ile varlığı ayırabilir hem de kendi otantik imkânlarını gerçekleştirebilir.
Varoluşçu düşünürler bireyin varoluş tarzlarını açığa çıkarmaya çalışırken en çok bireyin duyguları, hisleri, sevgileri, nefretleri, saçmalıkları, korkuları, endişeleri, ıstırapları, üzüntüleri, sıkıntıları, iç daralmaları gibi ruh hâllerine yönelirler. Çünkü bunlar bireysel ve öznel olup bir bireyden diğerine değişmekte ve farklı tarzlarda ortaya çıkmaktadır. Bireyi ancak bireysel olanlar açıklayabilir. Kierkegaard’da (ö. 1855) anksiyete, Heidegger’de ölüm beklentisi, Sartre’da bulantı, Camus’de (ö. 1960) saçmalık ve başkaldırma, varoluşçu düşüncedeki aşırı duygu ve ruh hâllerine örneklerdir. Camus’ye göre, böyle bir dünyada insan başkaldıran olarak vardır. Fakat başkaldıran ve saçma yaşam, insana ölümü ya da intiharı değil de, bilinçli yaşamı getirir. Böylece birey felsefesi kendini bireysel varolma tarzları olan duygu ve hislerde de ortaya koymaktadır.
Varoluşçuluk, bireyin varoluş tarzlarını anlatırken, geleneksel felsefeden farklı olarak her çeşit iletişimi özellikle de özgürlüğün olduğu iletişim türlerini kullanır. Varoluşçuluğun kendini ifade etme ve iletişim türü, sanattır. Çünkü sanat, bireyin kendini ve varoluşunu özgürce anlatabileceği tek yerdir. Sanatın her türünü kendisi için iletişim aracı seçen varoluşçuluk, en çok edebiyatı ve tiyatroyu kullanır. Hayalci anlatımı kendine temel alan varoluşçu anlatım romanı, hikâyeyi, piyesi, şiiri, oyunu, deneme türü yazını, vb. iletişim aracı olarak kullanır.
Anlaşılacağı üzere varoluşçuluğu tanımlamak zordur; çünkü her varoluşçu düşünür, kendini diğerinden farklı bir varoluşsal yapıda tanımlamaktadır. Varoluşçu düşünürlerde çeşitli farklılıklar olsa da bazı temel ilkelerle bireyin somut varoluşu çözümlenmektedir. Varoluşçu filozoflar arasındaki bu farklılıklar varoluşçuluğu tahrip etmediği gibi aksine ona yeni değerler ve anlamlar katmaktadır. Çünkü varoluşçuluk, bireyin özgür varoluşunun felsefesidir ve hepsinden önemlisi varoluşçuluk sabit ve değişmez bir sistem felsefesi değil, tekilin veya bireyin felsefesidir.
Abdülkadir Çüçen