Sözlükte temel anlamı “terk etmek, ilgi göstermemek, yüz çevirmek, azla yetinmek” anlamlarına gelen zühd kelimesi insanın Allah’a yönelerek dünyaya dönük tutkulardan kendini alıkoyma çabasını ifade eder. Sade bir hayat yaşama, bedeni zevkler peşinde koşmama, nefsin arzularına gem vurma ve bu yolla doğru bilgiye ulaşma amacı bir yorum biçimi ve davranış tarzı olarak zühdün bütün dinlerde ortaya çıkma sebebidir. Bu tür bir hayat tarzını benimseyen kişiye “zahit” denir. Hayat boyunca dünyadan tamamen el etek çekmek, insanlarla iletişimi koparmak, huzur ve sükunu yalnızlıkta bulmak anlamındaki ruhbanlığın tavsiye edilmediği İslâm’da, zühdün gerçek çerçevesi halk içinde Hak ile birlikte olmaya gayret sarfetmek şeklinde çizilmiştir. Bununla birlikte insanlara daha faydalı olma gayesiyle, nefsin tezkiye ve tasfiyesi için kısıtlı süreler dahilinde toplumdan uzaklaşma (halvet, inziva, itikâf, uzlet) dinî bir tutum olarak intikal etmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in ve ilk neslin hayat tarzı zühd kavramının ahlaki içeriğini derinleştirmiştir.
Tarih boyunca kurtuluşa ve hakikate ermek için bireyin düşük değerli olandan yüz çevirip (terk), yüksek değer ifade eden olgu ve anlamlara yönelmesi (rağbet), bir davranış tarzı ve yorum biçimi olarak zühdün evrensel açılımlarını, farklı kültürlerdeki tezahürlerini göz önünde bulundurmayı gerektirir. Bir şeyin bizatihi terki ile zühd tavrı ortaya çıkmaz. Terk rağbeti gerektirir. Terk ve rağbette iki şart söz konusudur: Terk edilen şeyde iyi bir yönün bulunması, değerden bağımsız olmaması, rağbet edilen şeyin terk edilenden daha iyi ve değer yüklü kabul edilmesi. Taş, toprak gibi değerden bağımsız şeylere yönelik terk fiili zühd adını almaz. Öte yandan terk ve rağbet, iradî yönelimi zorunlu kılar. Zühd, seçimli, bilinçli ve amaçlı bir tavır olarak, insanın tüm ahlâkî erdemleri kuşanmasına, hakikat bilgisine ermesine dayanak teşkil edecek terk-rağbet yönelimli eylemler bütününün kuşatıcı kümesi olarak görülebilir.
İslâmî gelenekte bu kavram genellikle dünyaya ve bileşenlerine karşı olumsuz tutumların bütününü ifade edecek şekilde kullanılır. Terke konu olan dünya değersiz ve mutlak kötü değil, ahirete nispetle daha az iyi ve düşük değerli şeklinde algılanmıştır. Zühdün belli başlı tezahürleri şunlardır: Dünya malına, makam ve mevkiye, şan ve şöhrete önem vermeme; nefsi dizginleme, bedensel hazlardan ve arzu nesnelerinden uzak durma, sahip olma güdüsünden yüz çevirme, materyalist ve menfaat merkezli eylemlerden kaçınma, azla yetinme, kanaatkâr olma, ahiret için hayırlı işlere yönelme, çokça ibadet için Hak’la birlikte olma, uzlet, halvet ve inzivayı sevme. Geçici, sonlu ve az hayırlı olandan yüz çevirip; kalıcı, sonsuz ve daha hayırlı olanı tercih etmeyi teşvik eden âyetler, Hz. Peygamber’in öncülüğünde ilk ve sonraki nesil Müslümanların zâhidâne hayat tarzında belirgin hâle gelmiş, kavramın ahlâkî muhtevası derinleştirilmiş, zühd İslâm toplumunda gerçekçi ve samimi dindarlığın sembolü hâline gelmiştir.
Zühd, İslâm tarihinde dinî idealleri gerçekleştirmede, moral değerleri hayat tarzıyla bütünleştirmede bir duyarlılık ilkesi olarak benimsenmiş ve süreç içerisinde toplumsal bir harekete evirilmiştir. Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan askerî, siyasî ve sosyal gelişmelerin, ganimet mallarının artışıyla maddî refah seviyesindeki yükselişin, dünyaya mutlak bağlılığın ve değer dünyasındaki başıbozukluğun etkisiyle, sahabe neslinden sonraki tâbiîn zümresinin ileri gelenlerinin peygamber nesline uyarak zühd hayatına yönelmesi, zühd hareketinin hicri II. Asır ve sonrasında Basra-Kûfe-Şam-Bağdat-Horasan hattında yaygınlık kazanmasını sağlamış, bu hareketin öncüleri “mutasavvıf” diye anılmış, takip ettikleri yol da “tasavvuf” adını almıştır. Bu sebeple erken dönemde ana akım zühd hareketi tasavvuf disiplininin kendi içinden doğuşuna kaynaklık eder.
Sufiler nezdinde zühd, terkedilen şeye göre kategorize edilir. Zühdün ilk derecesi dinin yasakladığı haramları terk etmek; ikincisi, şüpheli şeylerden uzak durmak (verâ); üçüncüsü, yapılıp yapılmamasına izin verilen hususları (mubah) terk etmektir. Azimet ehlinin zühdü, Hz. Peygamber’in yaptığı gibi yemede, konuşmada, uyumada vs. her tür çokluktan kaçınıp azla yetinmektir. Tasavvufta zühd eyleminin tek başına tatbiki bazı faydalar sağlasa da, bedenî mizacın ve bununla irtibatlı ruhani hâlin bozulması tehlikesine yol açabileceğinden, eylemin ileriki aşamalarında beden ve ruhta tasarrufa ehil bir mürşide ihtiyaç zorunlu görülmüştür. Bu açıdan zühd eylemi tasavvuf kurumları içerisinde belli bir sistematik bütünlüğe kavuşmuş, adap ve erkân düzenlemesi içerisinde sınırları ve yönü tayin edilmiş, böylelikle zühd eylemi riyazet pratikleri olarak disipline edilmiştir.
Zühd sûfîler tarafından aşamalı biçimde dünyanın (terk-i dünya), ahiretin (terk-i ukba), varlığın (terk-i hestî) ve terkin terki (terk-i terk) şeklinde klişeleştirilmiştir. Terk-i terk makamı insanın kendinde hiçbir fiil görmemesi, bütün fiillerin fâilinin Allah olduğunu idrak etmesidir. Bu anlamda ahlakî kemale ulaşmayı sağlayan zühdün kendisi de zühde konu edilmiş, gerçek zühd Allah’a tam muhtaçlık manasındaki “fakr” hâliyle yorumlanmıştır. İnsanın kendisinde benliği hatırlatacak hiçbir şey kalmayıncaya kadar mutlak bir teslimiyet içinde olması zühtten beklenen nihai gayedir. Bu amacın gerçekleşmesiyle hakiki tevhide erilir. Zühdiyyât edebiyatı, söz konusu zühdün aşamalarını dikkate alarak zahit ve rint meşrep âşık prototiplerini üretmiştir. Terk fiilinin kendisiyle perdelenen kaba sofu zahit tipolojisinin karşısında, rağbetinin ve muhabbetinin anlamını kavramış, her türden terkin ikiliği doğuracağı düşüncesiyle terki terk edip (ez-zühd ani’z-zühd) birliğe ermiş âşık ve muvahhit kimliğini konumlandırmıştır.
Dinî literatür zühd ameliyesinin bireysel açımlarını tahlil ederken toplumsal yapılanmanın sağlıklı ve dinamik karakterini bozacak bir yorumda bulunmaktan kaçınmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in zenginleşmeyi ve serveti reddetmemesi, dürüst ve güvenilir tâcirin âhirette nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraber olacağını müjdelemesi, ashabına dünyadan tamamıyla el etek çekme anlamındaki ruhbanlığı tavsiye etmemesi, dünyada helalinden mal kazanmayı ve malı insanlık yararına infak etmeyi emretmesi zühdün içeriğine dahil edilmiştir. Dilde zühd zikir, bedende zühd namaz, malda zühd zekât olarak görülmüştür. Mutasavvıflar zühdü dünyayı elde bulundurmama değil kalbe sokmama şeklinde yorumlamışlardır.
Semih CEYHAN