İng. Colonization of the Arctic
Kolonizasyon, genellikle önemli bir mekânsal mesafe ile ayrılmış, farklı bir halkın bir diğeri tarafından baskı altına alınmasını tanımlayan bir terimdir. Metropol veya merkez terimi, bir sömürge gücünü tanımlamak için kullanılırken, koloni veya çevre, sömürgeleştirilmiş olanı tanımlamak için kullanılır.1 Sömürgeciler kolonilerinde; alan, fazla nüfusları yerleştirmek veya zenginliklerine katkı sağlamak için kaynak aramaya eğilimlidirler.
Arktik bölgesinde sömürgeci güç, yerli halkları ve topraklarını yeniden şekillendirmeye çalışan ve nihayetinde sömürgeleştirilmiş olanı somutlaştırıp yansıtmaya gelen “bütünleyen” herhangi bir süreçle tanımlanabilir. Sömürgecilik, Arktik bölgesinde bir yaşam biçiminin ya da üretim biçiminin (batılı ya da kapitalist biçimin) bir diğerine (toplayıcı ve avcı biçimine) tahakküm edilmesiyle karakterize edilmiştir. Bölgedeki en erken Avrupa kolonizasyon girişimleri ise, modern çağın ilk bin yılının sonunda, batı Grönland’da ve Kuzey Amerika’nın kuzeydoğu köşesinde kurulan Viking yerleşimci-koloni topluluklarıyla başlamıştır. Buna ek olarak, Arktik halklarının modern çağda Avrupalılar tarafından ilk karşılaşılanlar arasında olmasına rağmen, en son kolonize edilenler arasında oldukları bilinmektedir. Bölgenin genelinde en erken sistemik temaslar, 19. yüzyılda balina avı ile başlamıştır. Balinalar, Avrupa’nın sanayileşmesi için kritik bir ekonomik kaynak haline gelmiş, ayrıca endüstriyel makineleri yağlayan petrol ve çok çeşitli ticari kullanımlar için balya sağlamıştır. Fakat balina avcılığı, önemli bir doğal kaynaktan aşırı derecede yararlanıldığından sömürgeci bir varlık olarak nitelendirilmektedir. Buna ek olarak, Avrupa kökenli erkek balina avcıları ile Inuit kadınları arasındaki ilişkilerden dünyaya gelen çocuklar, annelerin bakımında bırakılmıştır. Diğer sömürgeleştirilmiş bölgelerden farklı olarak, bu karşılaşmalardan güçlü bir şekilde tanımlanabilir ve farklı “kreole”, “métis” ya da karışık kan halkı ve kültürü ortaya çıkmamıştır. Ayrıca, bu tür ilişkilerin neredeyse tüm çocukları Inuit kültürüne kabul edilmiştir.2
20. yüzyılın başındaki Yukon altın hücumu, Arkti bölgesindeki minerallerin, petrol ve gazın yeni bir sömürge kaynak kullanımı aşamasını başlatmıştır. Altına hücum, madencilerin Yukon’a hücum etmelerine neden olmuş ve oradaki yerli halklar için çeşitli istihdam fırsatları sağlarken geleneksel geçim bölgelerinden etmiştir. Dawson City, yüzyılın başında potansiyel bir kuzey yerleşimci sömürge merkezi gibi görünmesine ve Yukon’un kendisi, kendi hükümetiyle ayrı bir bölge olarak yaratılmış olsa da bir göçe yol açmıştır. Bunun sonucunda, bölgeye yeni gelen göçmen nüfus için iş yaratan ve güneydeki tüketicilerin yararına işlenmemiş kaynakları güney bölgelerine gönderen çok maliyetli, yenilenemeyen kaynak geliştirme projeleri tasarlanmıştır.
Ekonomik olarak sömürgecilik, geleneksel ekonomileri hem dizginlemeye hem de yerinden etmeye çalışmıştır. Arktik sömürgeciliğini diğer tarihi ve bölgesel ekonomik sömürgecilik örneklerinden ayıran bir özellik ise bir emek kaynağı olarak yerli halka veya sömürgeleştirilmişlerin işçi olarak sistematik sömürüsüne bağlı olmamasıdır. Arktik bölgesindeki geleneksel yerli ekonomiler kimi zaman “geçimlik ekonomiler” olarak nitelendirilse de bu terim yanlıştır. Arktik balina avcılığı dönemi, geçtiği bölgelerin her birinde tek bir patlama ve düşüş döngüsü izlediğinden, yerli halklar arasında Avrupa mallarına olan ilgiyi canlandırmasına ve yerli işgücüne dayanan sömürge projelerinden daha fazlasına dayanmasına rağmen yeterince rağbet görmemiştir. Bunu takip eden kürk ticareti, Arktik halklarını sistematik olarak dünya ekonomisine çekmede ve bağımlılık yaratmada daha başarılı olmuştur. Ayrıca, kunduzun keçe olarak kullanılmasına odaklanan Subarktik kürk ticaretinden farklı olarak, Arktik kürk ticareti, özellikle beyaz tilki olmak üzere lüks kürk üretimine odaklanmıştır.
Arktik bölgesinin kolonizasyonu, II. Dünya Savaşı sırasında başlamıştır. Daha önce uzak bölgeleri erişilebilir kılan gelişmiş ulaşım teknolojileriyle bağlantılı olarak, çoğu asker olan kısa süreli işçilerin kitlesel göçü, sömürge varlığında çarpıcı bir artışa yol açmıştır. Örneğin, Batı Arktik bölgesindeki Alaska otoyolunun ve Canol boru hattının inşası, yerli çalışanları bir dereceye kadar rehber ve tedarikçi olarak kullanırken, izole toplulukları güney etkilerine maruz bırakmış ve büyük ölçüde toprak haklarının görmezden gelinmesine sebep olmuştur. 3Arktik’in her bölgesi kendi kolonileşme çeşitliliğini deneyimlemiş olsa da Arktik kolonizasyon modeli, hakim olan farklı yerli kültürel formlar ve bölgenin farklı ekolojisi tarafından yaratılan benzerlikler sergilemiştir. Sömürgeciliği bütünleştirici bir süreç olarak kabul edip buna karşılık gelen siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel yönlerden direnme çabalarını inceleyerek bahsi geçen benzerlikler gözlemlenebilir.4
Politik olarak, Arktik bölgesinin yerli halkları arasındaki liderlik yapılarının doğası, eşitlikçilik ve bağımsızlık atmosferinde dağınık ve genel olarak yayılmış bir liderlik, sömürgeci güçlerin bir “terra nullius” doktrinini uygulamada kısıtlanmadıkları anlamına gelmektedir. 20. yüzyılda çeşitli Arktik bölgeleri üzerindeki sömürgeler, yabancı güçler tarafından kontrol edilmiştir. Ayrıca Arktik bölgesi en az çabayla, uzaktan, sömürge merkezinden yönetilme eğilimindeydi. Örneğin, Kanada’da, devletin varlığı yüzyılın ortalarına kadar birkaç dağınık polis memuruyla sınırlıydı. Misyonerler ve tüccarlar, 1950’lerde dramatik bir dönüş, yoğun bir yerleşim çabasına yol açana kadar, yerleşimlere yönelik hareketi caydırmak ve kendi kendine yeterliliği teşvik etmek için bir politikayı desteklemek için onlara katılmışlardır. Bununla birlikte, 20. yüzyılın sonlarına doğru yerli halk, bölgesel, ulusal ve uluslararası siyasi temsili geliştirirken, kolonyal çerçeve içinde bölge özerkliği için başarılı bir mücadele yürütmüşlerdir. Çoğu durumda, tarıma dayalı yerleşimci kolonilerinin olmaması, yerli halkın nüfus çoğunluğunu korumasına ve nihayetinde bölgesel bazda seçim başarısı ile kullanmasını sağlamıştır. Bu nedenle, ulusal bir sömürge bağlamı çerçevesinde olmasına rağmen, siyasi dekolonizasyon bir dereceye kadar gerçekleşebilmiştir. Bu rejimlerin birçoğunda, kültürel bağlamda uygun programlar ve çalışma tarzları geliştirmek yerine genellikle güney yönetim modellerini kopyalamayı tercih eden ve yerli olmayan halkların idari açıdan hâkim olma eğiliminde olması söz konusudur.
Kuzeybatı Toprakları’nda yerli politikacılar 1979’da yasama organının siyasi kontrolünü ele geçirmiş ve oradaki hükümetin genel politika yönelimini yeniden şekillendirmeyi başarmışlardır. Bu yöneticiler değiştirilse bile, yerine geçenler genellikle güneyliler olmuş ve kendi çıkarlarını geliştirmişlerdir. Sonuç olarak, yüzeyde daha meşru, daha incelikli, bütünleştirici politikalar uygulamaya devam eden bir hükümet olmuştur. Grönland ve Nunavut’ta da benzer gelişmeler yaşanmıştır.