1138

5N1K yazılı basın, haber ajansı, radyo, televizyon ve çevrimiçi medyanın gazetecilik metin formu üretim sürecinde yararlandığı, gazetecilik mesleği araştırmalarının hareket noktasını oluşturan “N” ve “K” harfleri ile başlayan sorulardır. Haber veya rapor, röportaj, yorum ve eleştiri gibi gazetecilik metin formlarında mantıksal bir bütünlük içinde yanıtlanması gereken soruların, sıralama ve anlamları şöyle ifade edilebilir: “Ne” sorusu olayın içeriğini, seyrini ve problemi; “ne zaman” sorusu olayın gerçekleştiği zaman birimini; “nerede” sorusu olayın yerini; “nasıl” sorusu olayın ayrıntılarını; “neden” sorusu olayın gerekçesini ve bağlamını ve “kim” sorusu eylemde bulunan ve olayda yer alan kişiyi, haber kaynağını veya haber aktörünü ve fonksiyonunu ifade etmektedir.

“5N+K” sorularına dayanılarak gazetecilik metin formlarının yazım kurallarının oluşturulması, Amerikan İç Savaşı’nın (1861-1865) yaşandığı dönemde, telgraf aracılığıyla enformasyonu gazetelerine ulaştırmak isteyen muhabirlerin, maliyeti düşürmek amacıyla durumu olabildiğince az sayıda sözcükten yararlanarak ve olayın özüne odaklanarak anlatma çabalarıyla ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte gazetecilik mesleğinin gelişim sürecinde, metin formu yazım kurallarına gereksinimlere göre yeni soruların eklenmesi, gazetecilik bilim ve meslek çevreleri tarafından kabul görmektedir.

Uluslararası enformasyon akışının hızlanarak yoğunlaşması, enformasyon üretiminin hangi haber organizasyonu tarafından gerçekleştirilerek dağıtıldığı sorusunu da beraberinde getirmiş ve “5N+K” sorularına, 6. N (nereden) eklenmiştir. Yeni medya teknolojisinin yaygın ve etkin kullanım sürecinde bazen enformasyon kaynağının belirsiz kalması, “nereden” sorusunun önemini artırmaktadır. “Nereden” sorusunun yanıtının, gazetecilik metin formları içinde yer alması, kaynağı belirsiz ve manipülasyon amaçlı “saldırgan enformasyon”un etkisinin azalmasına katkıda bulunmaktadır.

6. N (nereden) sorusunun yanında meydana gelen olayın yarattığı ve yaratabileceği olası sonuçların da önemli olduğu ve olay sonucunda ortaya çıkan etkinin irdelenerek gazetecilik metin formunda belirtilmesi gerektiği düşüncesi, gazetecilik bilim ve meslek çevrelerinde kabul görmektedir. Bu çerçevede olayın yarattığı ve yaratabileceği sonuçların neler olduğu ve olabileceği sorusunun yanıtını alabilmek için gazetecilik metin formları, “6N+K+S” (Sonuç) biçiminde yeniden formüle edilmektedir.

Gelişim sürecinde yazılı basın, hedef kitlenin özellikleriyle pek ilgilenmemiş ve içeriğin, okurun tümünün gereksinim ve beklentilerini karşılayabileceği varsayımından hareket etmiştir. Radyo, televizyon ve çevrimiçi medyanın enformasyon dağıtım pazarına katılımı ve artan rekabet ise belirli bir alımlayıcı kitleye yönelme, ürünün bu kitle arasında pazarlanması ve alımlayıcı kitleyle ilgilenen reklâm verene de erişme çabalarını belirginleştirmektedir. Geleneksel ve internet gazetelerinin ekonomik yönelimi nedeniyle hedef kitlenin, enformasyon pazarında giderek önem kazanması, enformasyonun “kimin için”, “hangi hedef kitle için üretildiği” sorusuna odaklanılması ve gazetecilik metin formlarının oluşturulmasında, hedef kitlenin de göz önünde bulundurularak soruların, “6N+2K+S” olarak yeniden formüle edilmesi tartışmalarını beraberinde getirmektedir. Bu perspektif; sorunun, metnin üretimi aşamasında anlamlı olabileceği ancak metin formunun yazımında yanıtın nasıl yer alacağı tartışmaları nedeniyle gazetecilik bilim ve meslek çevrelerinde henüz kabul görmemektedir.

Geleneksel ve internet gazetelerinin araştırmaya dayalı, rutin veya popüler gazetecilik metin formlarında “6N+K+S” sorularının yanıtının, olabildiğince ilk paragrafta açıklanması gerekmektedir. Soruların yanıtı; özne ve yüklemin yanında sıfat ve zarfı da içermekte ve olayın, okur/dinleyici/izleyici/çevrimiçi medya kullanıcısı tarafından doğru anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Soruların bir mantık silsilesi içinde veya yeterince yanıtlanmaması; olayın özünün, problem bağlantılarının, bağlamının ve neden-sonuç ilişkisinin anlaşılamamasına neden olabilmektedir.

Gazetecilik metin üretiminde; enformasyon kalite standartlarının sağlanabilmesi ve olayın, okuyucu/izleyici/dinleyici ve çevrimiçi medya kullanıcısı tarafından doğru anlaşılabilmesi için yararlı olan bu sorulara olayların karmaşık yapısı, medya teknolojisinin dinamik gelişimi ve medyanın ekonomik yönelimi nedeniyle yeni soruların eklenme olasılığı vardır. Ancak geleneksel medyanın ve internet gazetelerinin reklam verene ve firmalara erişme çabası, enformasyon kalite standartlarının sağlanmasında anlamlı olan “6N+K+S” sorularının giderek göz ardı edilebileceği kaygısını arttırmaktadır.

Füsun Alver


Beklenmeyen, aniden ortaya çıkan, varlık ve güvenliği tehdit eden olay ve durumların olumsuz etki ve zararların önlenmesine yönelik faaliyetlerin yönetilmesi sürecidir. Acil durum ve krizlerin pek çok çeşidi ve nedeni vardır. Bunlar; doğal afetler, COVID-19 gibi salgın hastalıklar, depremler, kasırgalar, volkanik patlamalar, çevresel kazalar, savaşlar, göçler, silahlı saldırılar, makinelerin bozulması ya da eskimesi, insan hataları, yanlış hesaplamalar, iletişim sorunları, yönetimin kararları ve kararsızlıkları, bilgisayar sistemindeki çökmeler, rakiplerin örgütü ele geçirme çabaları, beklenmeyen istifalar, ekonomik dalgalanmalar ve benzeri sosyal felaketler şeklinde sıralanabilir.

Kriz, işletmelerin ve kurumların hiyerarşik yapısı içindeki üst düzey yöneticiler tarafından beklenmeyen ve önceden anlaşılamayan bir durumdur. Bu açıdan kriz, “çabuk ve acele uyum sağlamayı gerektiren değişiklikler” olarak tanımlanır. İşletme yöneticilerinden krizi tanımlamaları istendiğinde, yöneticiler tanımlarını beş boyutta toplamışlardır. Bunlar; çok önemli, hemen ilgi isteyen, sürpriz bir şeyler yapılması gereken ve işletmenin kontrolü dışında işletmenin varlığını ve ürünü tehdit eden her durum ya da her olay olarak tanımlanmıştır. İşletme açısından kriz; işletmenin temel amaç ve ilkeleri, değerleri, kaynakları ve tüm örgüt yapısını etkileyen, işletmenin örgüt yapısında huzursuzluk, panik ve korku yaratan, acil ve olumlu tedbirlerle zamanında ortadan kaldırılabilecek plansız bir gerilim sürecidir.

Krizleri iki türlü algılama vardır. “Krizi bir fırsat olarak algılama”, pek çok alternatifin değerlendirilmesi yeteneğini artıracak ve kişileri daha geniş ölçekte proaktif planlama yapmaya yöneltecektir. “Krizi tehdit olarak algılama” ise yöneticileri, karar için gözden geçirecekleri bilgi kaynaklarını sınırlamaya itecektir. İşletmeler tehdit krizinden asgari zararla kurtulmak, fırsat krizinden ise azami kâr sağlayarak çıkmak isterler. Fırsat krizi gibi, tehdit krizinde de işletmelerin temel ilkeleri ve amaçları, kaynakları, değerleri ve örgüt yapılarında değişim veya gelişme ortaya çıkar. Dolayısıyla acil durum ve krizi algılama, örgütlerin kriz yönetimi faaliyetlerini etkileme potansiyeline sahiptir. Kriz yönetimi, özel uzmanlık gerektiren, geleceğe yönelik stratejik amaçlara ulaşmayı engelleyebilecek olayları tahmin etmeyi içeren bir süreçtir.

Acil durum ve kriz yönetim safhaları konusunda yapılan çalışmalarda altı aşamalı bir yöntem önerilmektedir. Bu aşamalar şunlardır:

Krizden Kaçma (Sakınma) Aşaması: Bu aşama, krizde öncelikle işletmede bir soruna sebep olabilecek durumların bir listesini çıkarmak, bunların olası sonuçlarını kestirmek ve bunların önleme maliyetlerini tahmin etmeyi içerir. Bu aşamada bir yönetici riskleri en aza indirmeye çalışmalı ve alınacak risklerin beklenen getirilerle karşılaştırılabilir olmasını sağlamalıdır. Kaçınılması mümkün olmayan risklere karşı kapsamlı bir korunma tesis edilmesi, bu aşamada gerçekleşir.

Krizi Yönetmeye Hazırlanma Aşaması: İşletmelerin kriz durumlarına hazırlık yapmak için bir kriz merkezi oluşturması, eylem planları yapması, kriz ekibini önceden belirlemesi, iletişim olanaklarını yeterli düzeyde tutması ve bunların işleyişini önceden test etmesi, bu aşamada gerçekleşir.

Krizi Tespit Aşaması: Krizi saptama aşamasında işletme içindeki kişilere olduğu kadar işletme dışındaki bağımsız gözlemcilerden de yararlanmak gerekir. Bir krize ilişkin enformasyon toplamak için kuruluştaki bütün insanlara kulak vermek gerekir.

Krizi Dondurma Aşaması: Krizi dondurma aşamasında şu dört öncelik üzerinde durulmalıdır: Birincisi, bütün zamanını krizi dondurmak için kullanan bir ekip olmalıdır. İkincisi, kamuoyuna açıklama yapmak üzere şirket sözcüsü olarak tek bir kişi belirlenmelidir. Üçüncüsü, şirketin dayanaklarının, müşterilerinin, sahiplerinin, çalışanlarının ve sosyal çevresinin sadece medyadan alınan enformasyonla yetinmelerine izin verilmemelidir. Dördüncüsü, şirket, özel enformasyon ihtiyacı olanları bilgilendirmelidir. Son olarak da kriz ekibine mutlaka “şeytanın avukatı” özelliğini taşıyan bir kişi dahil edilmelidir. Bu kişi gerektiğinde açık sözlülükle ve yürekli bir şekilde gerçek durumu ortaya koyacaktır.

Krizi Çözme Aşaması: Krizi çözme aşamasında hızlı hareket etmek esastır çünkü kriz kesinlikle beklemeyen ve acil bir şekilde müdahale edilmesi gereken bir durumdur. Bu safhada, krize hazırlıklı olan organizasyonlar kendileri için normal işlerine dönmelerine yardım edecek kısa ve uzun vadeli toparlanma programları uygularlar.

Krizden Yararlanma Aşaması: İşletmeler, kriz yönetiminin bu aşamasında başarılı olabilmek için daha önceki beş aşamayı etkili bir şekilde yönetmiş olmalıdır. Bir kriz sonrasında, krize hazırlıklı organizasyonlar onların iyi performans göstermelerini sağlayan ve kriz yönetim performanslarını kısıtlayan etmenleri incelerler. Bu aşamada elde ettikleri tecrübeleri örgütsel hafızada saklar ve daha sonra bu tecrübeleri örgütsel öğrenme için kullanırlar.

Krizleri en iyi yöneten işletmeler, daha kriz çıkmadan krize yönelik karar ve tedbirleri almış olan işletmelerdir. Kriz yönetiminde ideal olan, krizi fırsat olarak değerlendirmek ve başarıya dönüştürmektir.

Cemal Zehir


Öğrenenlerin ve öğreticilerin, uzaktan iletişim araçları vasıtasıyla, zaman ve/veya mekandan bağımsız, esnek bir biçimde çeşitli etkileşim türlerini kullanarak formel ve enformel eğitim faaliyetlerini yürütmesidir. Duruma özel ders tasarımları ve öğretme-öğrenme stratejileri kullanılarak ders akış planı ve ders izleme/yönetme düzenlemeleri yapılabilir. Açık ve uzaktan eğitimde, bilgiye erişimde sınırlama olmadığından herkese her yerden erişim imkânı sağlanarak eğitim ve öğrenme hizmeti sunulabilir.

Açık ve uzaktan öğrenmenin tarihsel gelişim süreci üç evrede incelenebilir. Bunlar, mektupla öğretim, radyo ve televizyonla öğretim ve bilgisayar aracılığıyla öğretim dönemleridir. 1728’de, bilinen ilk mektupla öğretim uygulaması ABD’de başlatılmıştır. Daha sonra, 1856’da Almanya’da dil eğitimi için bir okul kurulmuştur. Amerika’da mektupla öğretim, 1873-1897 arasında Evde Çalışmayı Cesaretlendirme Topluluğu tarafından yükseköğretime geçiş amacıyla yürütülmüştür. Aynı zamanlarda mektupla öğretim, Japonya’da da uygulanmaya başlanmış, Birleşik Krallık’ta 1878’de Edinburg’da kamu hizmeti sınavlarına başvuran adaylar için, 1884’te muhasebe eğitimi için, 1887’de Londra Üniversitesi’nden derece almak isteyen öğrencileri hazırlama kursları için, 1894’te üniversite yeterlikleri kazandırmak için yürütülmüştür. Türkiye’de ise ilk uygulama, 1956’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü’nde çalışanlara hizmet içi eğitim sunma amacıyla başlamıştır.

Dil öğretiminde ve görme engellilerin eğitiminde, medyanın kullanımıyla 1960’lardan itibaren radyo ve televizyon ile öğretim süreci başlamıştır. Her ne kadar Kuzey Afrika Üniversitesi, hükûmet kararnamesiyle 1962’de tamamen uzaktan öğretimle derece veren ilk üniversite olarak bilinse de, 1969’da İngiliz Açık Üniversitesi’nin kurulması, uzaktan eğitimle derece veren üniversitelerle yeni medya ve sistematik sistem değerlendirmesinin yapıldığı ve prestij kazandığı bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Türkiye’de de ilk olarak 1982’de Anadolu Üniversitesi’ne açık öğretim yapma hakkı tanınmış; daha sonra, İstanbul ve Atatürk Üniversiteleri bünyelerinde de Açık Öğretim Fakülteleri kurulmuştur.

Millî Eğitim Bakanlığı, 1960’ta “mektupla öğretim” uygulamalarını başlatmış; 1966’da Mektupla Öğretim ve Teknik Yayınlar Genel Müdürlüğü kurulmuştur. 1974’te Mesleki ve Teknik Öğretim Mektupla Öğretim Okulu açılmış, 1975’te Yaygın Yükseköğretim Kurumu (YAYKUR) açılmıştır. YAYKUR,1981’de Bakanlık onayıyla kapatılmış; aynı yıl “Mesleki ve Teknik Mektupla Öğretim Okulu”nun adı “Mesleki ve Teknik Açık Öğretim Okulu” olarak değiştirilmiştir. Daha sonra da 1992’de Millî Eğitim Bakanlığınca Açık Öğretim Lisesi kurulmuştur.

Dijital ses ve video ile genişleyen bilgi transferinin yansımaları, açık ve uzaktan öğrenme uygulamalarını tek yönlü bir iletişimden iki yönlü bir etkileşime doğru farklı bir boyuta dönüştürmüştür. Türkiye’de 1991’de Fırat Üniversitesi, uzaktan eğitim uygulamasında e-posta uygulamasını ilk kullanan üniversite olmuştur. 2000’li yılların başında da Bilgi Üniversitesi, ağ üzerinden ilk MBA lisansüstü programını uygulamıştır. Hâlen üniversitelerin çoğu, açık ve uzaktan öğrenme ortamlarında ön lisans, lisans ve lisansüstü programlarla hizmet vermektedir. Açık ve Uzaktan Öğrenme alanı, 2015’ten bu yana da Üniversitelerarası Kurul tarafından doçentlik alanı olarak kabul edilmektedir.

Kullanılan eğitim teknolojilerinin özelliklerine dayalı olarak esnek grup çalışmalarına fırsat sağlayan yapısı, bireysel ihtiyaçların doğrudan ya da dolaylı olarak belirlenebilmesine imkân veren uygulamaları, elde edilen verilere dayalı öğretim planı çıkartabilmesi ve kişiye özgü değerlendirme yapabilen algoritmaların işe koşulması ile son dönemlerde açık ve uzaktan öğrenme faaliyetleri yaygınlaşmaktadır. Öğrenenler açısından, çoğunlukla kitle dersleri şeklinde herkese “açık” olarak sunulan içeriğe yetişkinlerin daha fazla ilgi duyduğu gözlemlenmektedir. (Bkz: Khan Akademi, Udemy, Coursera, EdX vb.) Bu kapsamda kendilerini “açık” olarak adlandıran kurumlar, daha erişilebilir olabilmekte; geleceğin açık kampüsleri inşa edilmekte; hayat boyu öğrenme yaklaşımıyla daha fazla kesime ulaşılmakta ve her kesimden gelen öğrenme taleplerine yönelik öğrenme ortamı oluşturulmaktadır. Kurumlar, öğrencilerin öğrenme kazanımlarını belgelendirme taleplerine göre, açık ve uzaktan öğrenme faaliyetlerini, düzenledikleri sınavlarla belgelendirmektedir.

Açık ve uzaktan öğrenme, çoğu zaman açık öğretim, açık ve uzaktan eğitim, internet tabanlı eğitim, e-öğrenme gibi kavramlarla birbirinin yerine kullanılmaktadır. Açık ve uzaktan öğrenme, uzaktan eğitimle eş anlamlı değildir. İkincisi, öğretmenlerin ve öğrencilerin zamandan ve mekândan bağımsız ve çoğunlukla da didaktik kaynakların geleneksel sınıf öğretimi faaliyetlerinin yerini aldığı programları ifade eder. Türkiye’de tamamen pratik nedenlerle uygulamaları farklı biçimde ifade edebilmek ve yasal mevzuatı daha kolay oluşturabilmek amacıyla açık öğretim, uzaktan eğitim ve e-öğrenme kavramları, uygulamalardaki farlılıkları nitelendirmek için kullanılmaktadır.

Arif Altun


Kişinin dinen yükümlü olmadığı hâlde ibadet cinsinden bir şeyi yapacağına dair Allah’a söz vermesi demektir. Tarih boyunca hemen bütün din ve inançlarda farklı şekillerde de olsa adak kültürüne rastlanır. İslâm’ın ortaya çıktığı sıralarda Arapların günlük hayatında da çeşitli adak uygulamaları vardır.

Kur’ân-ı Kerim’de adağı teşvik eden veya yasaklayan herhangi bir hüküm bulunmamakla birlikte ahde vefa gösterilmesi, akitlere bağlı kalınması, Allah’a verilen sözün tutulması ve yapılan adakların yerine getirilmesi emredilir. (İsrâ, 17/34; Mâide, 5/1; Nahl, 16/91; Hac 22/29) Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların nitelikleri arasında sayılır. (İnsân, 76/7)

Hz. Peygamber (s.a.v.) de Allah’a itaat anlamındaki adakların yerine getirilmesini, Allah’a isyan anlamına gelebilecek konularda adakta bulunulmamasını, şayet yapılmışsa da buna uyulmamasını emretmiştir. (Buharî, “Eymân”, 31) Bazı hadislerde de Hz. Peygamber’in adakta bulunmayı hoş karşılamadığı ifade edilir. (Buharî, “Eymân”, 26) Bu nedenle adak adamak ilke olarak İslâmdininde sevaba vesile olan bir davranış olarak teşvik edilmemiş, ancak yapılan adağın da Allah’a isyan ve kötülük içermediği sürece yerine getirilmesi gerekli görülmüştür.

Adakta bulunan kimsenin Müslüman, akıl sağlığı yerinde ve bulûğa ermiş olması şarttır. Adanan şeyin cinsinden farz veya vacip bir ibadetin bulunması, kişinin zaten yapmakla yükümlü olduğu bir ibadet olmaması, adak konusunun dinen ve maddeten imkân dâhilinde olması, adak konusu malın kişinin mülkiyetinde bulunması, ayrıca adağın konusunun günah, kötülük, bidat gibi Allah’a isyan niteliği taşıyan fiillerden olmaması gerekir.

Herhangi bir şarta bağlanmadan Allah rızası için yapılan adaklara mutlak adak denir. Bir nimete kavuşmaya, bir felaketi savmaya veya herhangi bir olayın meydana gelmesine bağlanan adaklara ise muallak veya mukayyet adak denir. (“Okulumdan mezun olursam sadaka vereceğim”, “Şu hastalıktan kurtulursam kurban keseceğim” gibi) Bir şarta bağlı olarak yapılan adaklar şartın yerine gelmesiyle, şarta bağlı olmayan adaklar ise adamanın yapıldığı andan itibaren yükümlülük hâlini alır ve en kısa zamanda yerine getirilmesi gerekir.

Adak vesilesiyle yapılan namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerin ferdî faydaları ağır basarken kurban ve sadaka gibi malî ibadetlerin de ihtiyaç sahiplerine destek olunması bakımından çok yönlü toplumsal faydaları bulunmaktadır.

Hacı Mehmet Günay


Herkese hakkının verilmesi ana fikrini haiz değer. Herkese hakkının verilmesi şeklindeki ana fikir ise hak edilenin ne olduğu, bunun nasıl tespit edilebileceği, bir ya da bir grup kişinin bu hakka sahip olup olmadığının nasıl belirlenebileceği, bu hakkın nasıl verileceği gibi somut soruları yanıtsız bırakmaktadır. Bu sorular, ana fikri anılan şekilde belirlenebilecek olan adaletin tarihselliği ile ilgili olup kavramın farklı içerikleri ve göndermeleri haiz olabilmesini sağlamaktadır. Öte yandan söz konusu sorular, adaletin somut hayattaki karşılıklarının neler olabileceği ve adalet fikrinin ne işe yarayabileceği ile ilgili yanıtların oluşturulmasında da işlevsel olabilir.

Adalet kavramı, özellikle Fransız Devrimi sonrası değer olarak şekillenen kardeşlik, eşitlik ve özgürlük üçlüsünden en çok eşitlikle ilgilidir. Eşitlik, eşit olan şeylerin eşit işleme tabi tutulmasıdır. Adalet de bir eşitlik düşüncesidir. Söz konusu insan ve insanlar arası ilişki olduğunda, eşitliğin nitel ve nicel olarak temini büyük güçlükler arz eder. Bu nedenle tek bir adaletten değil, adaletin türlerinden söz edilir. Bunun için temelini, adaleti yine her bir kişiye hakkı olanın verilmesi olarak gören Aristoteles’ten alan bir “adalet türleri” ayırımına başvurulabilir. Burada adalet türleri, adaletin neyi gerektirdiğinin belirlenmesinde takip edilebilecek ölçütlere göre yapılan bir ayrımın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır ve somut bir durum karşısında adaletin nasıl tesis edildiği, edilebileceği ile ilgili yukarıdaki sorulara verilecek yanıtların ilkesel temellerini ortaya koymaktadır.

Adalet kavramı için klasik türler ayrımı Aristoteles’ten hareketle, dağıtıcı adalet, düzeltici (denkleştirici) adalet ve hakkaniyet biçiminde yapılır. Tarihsel gelişmeler bu ayırımın, sosyal adalet ve son olarak da prosedürel adaletin eklenmesi ile şekillenmesine yol açmıştır.

Dağıtıcı adalet, Aristoteles’te, bölüştürülebilir nitelikteki toplumsal iyilerin, örneğin onurun ya da paranın dağıtılması ile ilgilidir. İnsanlar, farklı yetenekleri, toplumsal olarak bulundukları konumlar ve değişen ihtiyaçları ile olanakları itibarıyla eşit olmadıkları için, nimetlerden ve külfetlerden farklı oranlarda pay alacaklardır. Bu anlamda, söz konusu özellikler bakımından “benzer durumda olanlara benzer” muamelenin yapılması, dağıtıcı adaletin gereği olarak ortaya çıkmaktadır. Dağıtıcı adalet, Aristoteles tarafından orantısal, yani geometrik bir eşitlik ekseninde sunulur. Günümüzde, liberal siyaset felsefesinin çağdaş bir ismi olan John Rawls’un adalet ilkelerinden ikincisi, dağıtıcı adalete bir örnek olarak sunulabilir. İlk ilke olan özgürlük ilkesi öncelikli olmakla birlikte; toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerle ilgili olarak belirlenen ve bunların düzenlenmesinde, hem belirli makam ve mevkilere gelinmesi açısından herkesin adil bir fırsat eşitliğine sahip olması gerekliliğine (fırsat eşitliği ilkesi), hem de en dezavantajlı olanların yararının gözetilmesine (fark ilkesi) göndermede bulunan iki parçadan oluşan ikinci ilke, dağıtıcı adalettir. Bu ilke, liberal ekonomik düzenin sağlayamadığı adil dağıtım için yeniden bir gözden geçirme olarak, toplumsal ve ekonomik iyilerin dağıtılmasına yön vermekle ilgilidir. Dağıtıcı adalet, mevcut kuralların içerik itibarıyla belirli bir adalet kavrayışını gösteren temel bir ilkeye ya da ilkelere göre değerlendirilmesi suretiyle adil olup olmadığıyla ilgilenen maddi ya da içeriksel adalet anlayışına ve kavramına yakındır. Buna karşılık, genel ve soyut nitelikteki kuralların herkese eşit biçimde uygulanıp uygulanmadığıyla ilgilenen ve usul ilkeleri üzerine yoğunlaşan şeklî adalet ya da hukuk adaleti anlayışına ve kavramına mesafelidir.

Aristoteles’in sınıflandırmasındaki ikinci adalet türü, düzeltici (denkleştirici) adalettir. Düzeltici (denkleştirici) adaletin temelinde, tarafların karşılıklı yükümlülüklerinin birbirine eşit olması gerekliliği düşüncesi yatmaktadır. Dolayısıyla, bu eşitliğin taraflardan biri lehine bozulması hâlinde, ortada düzeltilmesi gereken bir dengesizlik vardır. Örneğin bir sözleşme ilişkisine aykırılık ile ya da sözleşme dışı bir ilişkiden kaynaklanan uymama veya zarar verme hâliyle ortaya çıkacak tazmin borcu, verilen zarar ile aynı ölçüde olmalıdır. Söz konusu ilişkiselliğin ceza hukuku kapsamında bir suç şekline büründüğü hâllerde de suça denk bir ceza ile düzeltme gerekir. Düzeltici (denkleştirici) adalet kapsamında aritmetik bir eşitlik anlayışı söz konusudur. Dağıtıcı adaletten bir farklılığı bu eşitlik anlayışı ortaya koymaktayken, yine dağıtıcı adaletten farklı olarak burada taraflara, yetenekleri, toplumsal konumları, ihtiyaçları ya da olanakları dikkate alınmaksızın muamele edilmesi söz konusudur. Kişisel ya da toplumsal durumları ayırt edilmeksizin “herkese eşit” muamele yapılması açısından düzeltici (denkleştirici) adalet ise şeklî adalet ya da hukuk adaleti anlayışına ve kavramına yakındır.

Dağıtıcı adalet ve düzeltici (denkleştirici) adaletten sonra, yine Aristoteles’ten hareketle ortaya konulacak üçüncü adalet türü, “insaf” ve “hak ve adalete uygunluk” anlamına gelen nasfet (nısfet) ile eş anlamlı olarak da kullanılan “hakkaniyet”tir. Hakkaniyet; dağıtıcı adaletin ve düzeltici (denkleştirici) adaletin, sırasıyla gerek “benzer durumda olanlar” ölçeğinde, gerekse “herkes” ölçeğinde birden fazla kişiye aynı muamelenin yapılmasını öngören genelleyici niteliklerini taşımaz. Hakkında adil bir karara varılabilmesi için olay ve/veya kişilerin tekil özelliklerinin dikkate alınmasının zorunlu olduğu bazı durumlarda bu adalet anlayışlarının yetersiz kalmasından dolayı, söz konusu zorunluluğu karşılamak üzere yapılandırılmış olan adalet türüdür. Görüldüğü üzere hakkaniyet, genelleme fikriyle barışık değildir. Genelleme fikriyle barışık olmayışı ise hakkaniyeti, genel ve soyut olan, en azından öyle olması beklenen yasalarla ontolojik açıdan gerilimli bir ilişkiye sokmaktadır. Zira ontolojik açıdan bakıldığında somut olayların ve/veya kişilerin tekil özelliklerinin dikkate alınması hususu, yasanın genel ve soyut olma nitelikleriyle örtüşmemektedir. Öte yandan, ontolojik olarak özel ve somut olana ilgisiz yasanın, özel ve somutun ayrıca önem taşıdığı bazı durumlarda katı ve şekilci biçimde uygulanması da, “tam hukuk, tam adaletsizlik” deyişinde özetlendiği üzere, adaletsiz sonuçlara yol açabilme ihtimalini barındırmaktadır. Gerçekten de hakkaniyet kavramının ve pratiklerinin tarihine bakıldığında, katı ve şekilci hukukların adaletsiz sonuçlar yaratmasına karşı daha yumuşak, daha esnek ve daha serbest bir hukuk yorumlayışının ortaya çıkmasını yahut mevcut hukuk yollarıyla elde edilemeyen hakların alternatif hukuk yollarıyla temin edilmesini ve bunların da zamanla hukuk sistemlerine yerleşmesini gösteren örneklere rastlanabilmektedir. Ayrıca, mevcut hukukun statik yapısının hayatın dinamizmi karşısında yetersiz kalacağı ihtimallerde de hakkaniyete başvurulması söz konusu olabilir. Tüm bunlar, adil bir karar verilmesi için olayların ve/veya kişilerin tekil özelliklerinin dikkate alınması gerekliliğine işaret eden hakkaniyetin, en uygun biçimde “somut olay adaleti” olarak nitelendirilmesini mümkün kılmaktadır. Buradan hareketle hakkaniyet, şeklî adalet ya da hukuk adaleti olarak adlandırılan kavramlaştırmalara ve yasaların anayasaya ve mahkeme kararlarının yasalara uygun olmasını da kapsayacak biçimde tüm hukukî karar ve işlemlerin belirli bir kural silsilesini takip etmesini arayan, hatta yasaya uygun olan her şeyi adil sayan “yasa adaleti” anlayışı ile herkese eşit biçimde uygulanacak kuralların mülkiyet hakkını, sözleşme serbestisini ve devlet dışı aktörlerce şiddet kullanılmamasını temin etmesini ve genel, soyut ve önceden bilinebilir nitelikte olmasını yeterli gören “kural adaleti” anlayışına mesafelidir. Ancak hakkaniyet uygulamasının hukuk güvenliği ve hukukun düzen fonksiyonu için tehdit oluşturmayacak bir şekilde gerçekleştirilmesi de gerekir. Eğer hakkaniyet somut olay adaleti ise uygulamasını özel ve somut olayla ilgili karar verecek olan hâkim yapacaktır. Ancak bu, hâkimin keyfî biçimde karar verebilmesi demek değildir; zira hâkim, kendisine hukuk düzeni tarafından hakkaniyet esasına göre karar vermesi için yetki tanınmış ve bu yetkinin sınırları da yine hukuk düzenince çizilmiş ise bunu gerçekleştirebilir. Söz konusu durumu, hukuk düzenlemelerinde hâkime hitaben kaleme alınan “Hâkim hakkaniyete göre karar verir” ya da “Hâkim durumun icabına göre karar verir” yahut “Hâkim takdir eder” şeklindeki ifadelerden veya örneğin ceza kanunlarında ceza için belirlenen alt sınır ve üst sınır düzenlemelerinden hareketle hâkime, sınırları kanun tarafından belirlenmiş bir takdir yetkisinin verildiği hâllerde görebiliriz.

Literatürde “yeniden dağıtımcı adalet” olarak da isimlendirilen sosyal adalet ise toplumsal iyilerin ve yükümlülüklerin dağıtımıyla ilgili olmak bakımından dağıtıcı adalet ile; herkese eşit şekilde uygulanacak genel ve soyut kuralların varlığını tek başına yeterli görmeyip bu kuralların kendisinin de adil olduğu düşünülen birtakım ilkelere uygun olmasını araması bakımından ise maddi adalet anlayışı ile yakındır. Sosyal adalet, onu özel bir adalet türü olarak ele almayı gerektiren bir biçimde, insana ve insanlar arasındaki ilişkilere dair münhasır bir bakış açısını yansıtmaktadır. İlk olarak sosyal adalet, toplumla ilişkilerini düzenleyeceği insanı, “bütün” olarak ifade edilebilecek toplumun bir üyesi, bir parçası olarak kavramaktadır. Sosyal adalet, bu insan kavrayışı ve buna bağlı olarak belirlenen toplumsal hak ve ödevler anlayışı ile kendisini Aristoteles’in dağıtıcı adalet kavramından farklılaştırmaktadır. Dolayısıyla, sosyal adalet anlayışı açısından adalet, toplumsal ilişkileri ve toplumların durumunu nitelendirmekte kullanılabilir hâldedir. Toplumların adil olup olmadığıysa, gelir dağılımının ya da toplumsal iyilerin ve yükümlülüklerin dağıtımının daha önceden belirlenmiş ve adil olduğu düşünülen ilkelere uygun olup olmadığına göre belirlenmektedir. Adalet, bireysel eylemlerden çok toplum bazında ve görüldüğü üzere maddi boyutuyla ele alındığında, hukuk ve devlet de sosyal adalet perspektifinde özel bir anlam kazanmaktadır. Hukuk açısından bakıldığında sosyal adalet, soyut ve genel bir birey kabulü temelinde yükselen hukuk anlayışından uzaklaşılmasına işaret eden “sosyal hukuk”a dayanak olmuştur. Öyle ki, sosyal hukuk penceresinden insan, artık kişi olmak bakımından diğerleriyle soyutlama düzeyinde eşit sayılan bir varlık değil, üyesi olduğu toplumla ilişkileri düzenlenmesi gereken, güçlü-güçsüz, zengin-yoksul, çalışan-işsiz gibi toplumsal eşitsizlikleri içinde, somut ve gerçek insandır. Öte yandan, insanlar arasındaki ilişkiler toplumsal bir hüviyeti haiz ise özel hukuk alanında görülen ilişkilerin de toplumsal anlamlarıyla ele alınması söz konusudur. Devlet ise sosyal adalet bağlamında, bazı kaynaklarda refah devleti olarak da anılan, “sosyal devlet”tir. Toplumsal eşitsizliklerin tamamıyla ortadan kaldırılmasını amaçlayan sosyalist devletten ve devleti yalnızca mülkiyet hakkını ve sözleşme serbestisini koruyup kişilerin birbirlerine karşı şiddet kullanmamasını ya da sözleşmelere aykırı davranılmamasını temin etmekle meşgul olacağı bir sınırlılıkla kavrayan minimal devletten farklı olarak sosyal devlet, içinde herkese nitelikli eğitim, sağlık hizmeti, iskân, toplu sözleşme, adil ücret, çalışma, çalışma örgütleri kurma, dinlenme, çalışamayanlara yahut kimsesiz çocuklara veya ihtiyaç hâlindeki yaşlılara sosyal güvence temin etme ve çevre gibi sayısı çoğaltılabilecek kalemlerin yer aldığı sosyal ve ekonomik haklarla ilgili alanları toplumun ve piyasanın kendiliğinden işleyişine bırakmayan; ekonomi alanında varlık gösterebilen; toplumsal iyilerin ve yükümlülüklerin dağıtımının adil olduğu düşünülen belirli ilkelere göre gerçekleşmesi bakımından pozitif yükümlülükleri haiz olan devlettir.

Hukuk adaletini karşılamak üzere de kullanılan prosedürel adalet (usulî adalet, usul adaleti), sosyal adaletten farklı olarak, yalnızca bireylerin eylemlerinin adil olup olmadığının değerlendirilebileceğini ve bu bakımdan toplumun adil olup olmadığının adalet tartışmasının konusu olmadığını kabul eder. Bireylerin eylemlerinin adil olup olmadığının değerlendirilmesinde dikkate alınan ise bu eylemlerin sonuçları değil, prosedürel adaletin bir kural adaleti olarak nitelendirilmesini mümkün kılan bir biçimde, genel, soyut ve önceden bilinebilir nitelikteki kurallara uygun hareket ediliyor olmasıdır. Bu bakımdan prosedürel adalette, maddi ya da içeriksel adaletten farklı olarak, kuralların içeriklerinin önceden belirlenmiş bir adalet ilkesine uygun olup olmadıklarına göre adil olup olmadığı değerlendirilmemekte, sayılan nitelikleri haiz ve herkese eşit biçimde uygulanacak kuralların mülkiyet hakkını, sözleşme serbestisini ve devlet dışı aktörlerce şiddet kullanılmamasını temin etmesi, onları ve onlara uyularak gerçekleştirilecek eylemleri adil kılmak için yeterli olmaktadır. Bu açılardan, prosedürel adalet, düzeltici (denkleştirici) adalet ve şeklî adalete yakındır. Prosedürel adaletin bu boyutu, onu suçların cezalandırılmasının şartlarının ya da sebep olunan tazminat borcunun ölçüsünün belirlenmesiyle yahut yargıya başvurma, adil yargılanma gibi bireysel hak ve özgürlüklerin korunmasına dair usulî meselelerle ilgili hâle getirmektedir. Öte yandan, prosedürel adaletin, bir negatif adalet olma boyutu da vardır. Zira prosedürel adalet anlayışında, sosyal adalet anlayışından farklı olarak, toplumsal iyilerin ve yükümlülüklerin dağıtımının adil olduğu düşünülen belirli ilkelere göre gerçekleştirilmesi beklentisi yoktur. Prosedürel adalet anlayışına, Friedrich August von Hayek’le birlikte, her ne kadar sonradan bu konumunu değiştirdiğini belirtmiş olsa da liberter düşüncenin önemli isimlerinden sayılan Robert Nozick’in özgür birey kavrayışı merkezinde yapılandırdığı adalet anlayışı örnek gösterilmektedir. Nozick’in doğru adalet teorisi olduğunu düşündüğü “yetkilendirme teorisi”nde adalet, kişilerin şeylere sahip olma süreçleriyle ilgilidir. Dolayısıyla bakılması gereken yer, şeylerin gerek ilk olarak elde edilmeleri, gerekse elde edilmiş olan şeylerin başka kişilere aktarılması süreçlerinde sergilenen davranışların adil olup olmadığıdır. Bireylerin bu süreçlerde sergilemiş olduğu davranışlarının adilliğinin ölçüsü ise şiddet kullanımına ya da hileye başvurulmaması, bir başkasının durumunun bile-isteye kötüleştirilmemesidir. Bu adaletin sağlanabilmesi için de devlet, minimal devlet olmalıdır.

Yasemin Işıktaç


Kelime anlamı; eşit olmak, eşit kılmak, denklik, denge, doğru davranmak, hakka göre hüküm vermek olan adalet, bir şeyi yerli yerince yapmak veya herkese ve her şeye hak ettiği şekilde davranmak demektir. Adaletin zıddı, haksızlık yapmak ve doğru yoldan sapmak gibi anlamlara gelen zulüm kavramıdır. Adil ve adalet sahibi denildiğinde hak ve hakikatten ayrılmayan, zulmetmeyen, doğru sözlü ve hakkaniyetle hükmeden kimse kastedilir.

Adalet, inançta, sözde, fiil ve davranışlarda itidal manasında olup bir işte ifrat ile tefrit arasında orta yolu tutmak ve aşırılıklardan kaçınmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de İslâm toplumunun bir niteliği olarak geçen “vasat ümmet” (bkz. Bakara 2/143) tabiriyle “adalet” manası kastedilmiş, İslâm toplumunun her hususta aşırılıklardan uzak, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzını içeren sırat-ı müstakim üzere olması istenmiştir.

Adalet İslâm dininin gerek fert gerekse toplum düzeyinde üzerinde durduğu en temel hususlardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’de adalet Allah katında insanlara en üst düzeyde değer kazandıran kulluk bilincinin (takva) bir yansıması olarak zikredilmektedir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Takvaya en uygun olan budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Mâide 5/8) Yine, “Hükmettiğin zaman aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adil olanları sever” (Mâide 5/42) ve “Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde de adaletle hükmetmenizi emreder” (Nisâ 4/58) şeklindeki ayetlerde de adalet kesin bir şekilde emredilmektedir. Hangi ortamda ve hangi sebeple olursa olsun adaletten ayrılmamak esastır: “Ey iman edenler! Kendi aleyhinize veya ana babanız ve yakınlarınızın aleyhine bile olsa adaleti titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahitlik yapan kimseler olun. Hakkında şahitlik yaptığınız kimseler zengin de olsa, fakir de olsa adaletten ayrılmayın. Çünkü Allah onlara sizden daha yakındır. Sakın hislerinize uyarak adaleti terk etmeyin. Eğer sözü eğip bükerek gerçeği çarpıtır veya şahitlikten vazgeçerseniz, şüphesiz ki Allah yaptığınız her şeyi çok iyi bilmektedir.” (Nisâ 4/135) Bu ve benzeri ayetler sadece mahkemelerde değil, bütün ferdî ve toplumsal ilişkilerdeki karar, yargı ve değerlendirmelerde adaletin ve hakkaniyetin temel ilke olması gerektiğini göstermektedir.

Adalet dağıtan hâkim ve yöneticilerin adil olmalarının önemine ve ahiretteki mükâfatının büyüklüğüne dair hadisler İslâm toplumlarında adalet bilincinin her daim canlı kalmasına ve gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu husustaki hadislerden birkaçı şöyledir: “Adil devlet başkanı ve idareciler mahşer yerinde Allah’ın lütfuna ve himayesine mazhar olacakların öncüleridir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 22, 55) “Kıyamet gününde insanların Allah’a en sevgili ve en yakın olanı adil devlet başkanıdır.” (Tirmizî, “Ahkâm”, 4) “Adaletle hüküm verenler, ailesi ve yönetimi altındakilere karşı adaleti gözetenler kıyamet gününde nurdan minberler üzerindedirler.” (Müslim, “İmâre”, 18)

Özellikle toplumda dirlik ve düzenin sağlanması bakımından hukukî adalet çok önemlidir. Hukukta adalet, hakları ve ödevleri gerektiği gibi paylaştırmak; her şeyi yerli yerine koymak ve hak edenin hakkını vermektir. Bu bağlamda liyakat ile adalet arasında yakın bir bağ söz konusudur. Kur’ân’da görevlerin ehil olana verilmesinin adaletten önce emredilmesi (Nisa, 4/58) adaletin gerçekleşmesinde liyakatin ön şart olduğunu gösterir. İslâm’a göre hak ve adalet ilkesi mutlak olup herkese bu ilke çerçevesinde muamele edilmelidir. Kur’ân’a göre adaletin ölçüsü nesnel bir kıstas olan hakkı esas almaktır (A’râf 7/159,181); adalet ve hakkaniyet ancak hakka tabi olmakla gerçekleşir. Yargıda adalet hak ile hüküm vermeyi; yargılamanın adil olmasını ve taraflara eşit davranılmasını ifade eder. Suçun kanuniliği, suç ve cezanın şahsiliği; masumiyet karinesi ve yargılamada taraflara eşit davranılması gibi evrensel hukuk ilkeleri İslâm adalet anlayışından doğmuştur.

Adalet iki çeşittir:

1. Tevzini (Denkleştirici) Adalet: Kişilerin eşit sayılmaları sonucunu doğuran adalettir. Kur’ân’da adaletle eş anlamlı olarak kullanılan “kıst” kelimesi bu manayı içerir. (Nisâ 4/135) “Kıst” terimi adalete göre daha somut olup uygulamada hakkaniyeti ve çifte standardın, kayırmacılığın karşıtı olarak belli bir ölçüyü esas almayı ifade eder. Kıst kanunların eşit şekilde uygulanmasını gerektirir ki kanun önünde eşitlik ilkesi buradan doğar. Hırsızlık yapan Kureyşli bir kadına ceza verilmemesi için aracılık edenlere Hz. Peygamber “Kızım Fâtıma dahi bu hırsızlığı yapmış olsaydı onu da cezalandırırdım” (Buhârî, “Hudûd”, 11) buyururken bu ilkeye vurguda bulunur.

2. Tevzii (Dağıtıcı) Adalet: Herkese hak ettiğini vermek, dağıtım sırasında kişilerin katkı ve yeteneklerini dikkate almaktır. Bu bağlamda adalet, verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi ve oranı ifade eder. Hak-sorumluluk, nimet-külfet dengesine dair ilke (bkz. Mecelle, md. 88) bu nevi adalet düşüncesinin sonucudur. Bu denge bazı hâllerde eşitlikle gerçekleşir; ancak burada eşitlik değil denge esastır. Nitekim hukukta diyet ve tazminat yoluyla adaletin sağlanmasında denge gözetilir. Aynı şekilde suç ve ceza arasında da dengenin gözetilmesi gerekir.

İslâm’ın önem verdiği hususlardan biri sosyal adalettir. İslâmî anlayışta mülkün esasta Allah’a ait olması, Allah’ın fakir ve muhtaçlara zekât, sadaka vb. infak yollarıyla yardım ve ihsanı emretmesi gibi prensipler gereği insanın temel ihtiyaçlarının temini noktasında sosyal adaletin gözetildiği görülür. Sosyal adalet anlayışında da ölçü eşitlik değil, dengedir.

Sonuç olarak, insan hayatı açısından adalet, bireyin dengeli, ahlaklı, erdemli ve takva ile muttasıf bir kişiliği haiz olmasını amaçlar. Hukukun gözettiği bir gaye olarak adalet toplum hayatında birliği beraberliği gözetmek, zulmü ortadan kaldırmak ve her hakkı hak sahibine vererek toplumsal barışı sağlamayı amaçlar. Bu manada devlet ve toplum hayatının bekası adalete bağlıdır. Nitekim “Adalet mülkün temelidir” sözü de bu gerçeği ifade eder.

Kur’ân’a göre Allah mutlak ve hakiki adalet sahibidir. Allah’ın isimlerinden (Esmâ-yi Hüsnâ) biri de Adl’dir. Yani O, hiç kimseye zulmetmez. Herkese hak ettiği şekilde muamele eder ve ahirette de zerre kadar haksızlığa mahal vermeyecek şekilde adaletle hükmedecek ve mazlumun hakkını zalimden alacaktır. (Nisâ 4/49,77; Enbiya 21/47; Yûnus 10/54,55; Zümer 39/69) İlahî adalete inanan Müslümanlar başkalarına haksızlık etmekten çekindikleri gibi adaletin er geç tecelli edeceğini de bildikleri için ümitsizliğe düşmezler.

Nasi Aslan


Adem-i merkeziyet, bir devlette idari yapının kuruluş ve işleyişi ile ilgili bir uygulama tarzı olup merkez teşkilatına bağlı olmayan yerinden yönetim birimlerinin bağımsız karar almasını mümkün kılan bir alt idare şeklidir. Kavramın lisanımıza girmesi ise 1876 Kanun-ı Esasi’nin 108. maddesindeki “vilâyâtın usulü idaresi” ile ilgili tevsi-i mezûniyet kavramının Fransızca karşılığı olarak kullanılan décentralisation kelimesinin Prens Sabahaddin (ö. 1948) tarafından “adem-i merkeziyet” şeklinde telaffuz edilmesi ile olmuş, daha sonraları da “yerinden yönetim” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bugün bile tevsi-i mezûniyet veya yetki genişliği kavramı, illerin idaresinde temel bir esas olarak Anayasanın 126. maddesinde varlığını sürdürmektedir.

Adem-i merkeziyetçilik kavramının daha iyi anlaşılması için merkeziyetçilikle ilişkisini ortaya koymaya ihtiyaç vardır. İdari merkeziyetçilik, mahalli düzeydeki teşebbüs kapasitesinin ortadan kaldırılmasına bağlı olarak siyasî merkezin halkın bütün kararlarına müdahale etmesiyle ortaya çıkmaktadır. Aynı mantık adem-i merkeziyetçilik kavramı açısından da geçerlidir. Eğer ülke düzeyinde yürütülmesi gereken işler yerel iktidar oluşumları tarafından üstlenilirse bu defa da siyasî adem-i merkeziyetçilik ortaya çıkar. İdari adem-i merkeziyetçilik ise siyasî merkeziyetçiliğin karşıtı olarak yerel ölçekteki kamusal işlerin siyasî merkezin yetki alanı dışına çıkarılmasını ifade eder.

Adem-i merkeziyet kavramı demokrasinin gelişimi ile paralel bir seyir izlemektedir. Değişimin nispeten yavaş ve iş bölümünün düşük olduğu sanayi öncesi toplumda yönetim yükü hafif olduğu için bunu devlet merkezinde dar bir seçkinler grubu karara bağlayabiliyordu. Ancak karar yükünün artıp çeşitlenmesi ve genişlemesi merkezi idareyi yetki paylaşımına zorlamış, demokrasiyi bir tercih meselesi olmaktan çıkararak evrimsel bir zorunluluğa dönüştürmüştür. Devlet idaresinin tıkanıp, işlemez hâle gelmesini önlemenin ancak yetki paylaşımı ile mümkün olacağı daha iyi anlaşılmıştır. Nitekim en otoriter yönetimlerde bile tüm kararların merkezden alınması imkân harici olduğu için yetki devirlerine gidilmekte, bundan kendini hariç tutacak bir devlet ise neredeyse bulunmamaktadır.

Adem-i merkeziyet kavramı devletlerin siyasî sistemlerine göre farklılık gösterir. Federal devletlerde siyasî adem-i merkeziyet esastır, idari adem-i merkeziyet onun tamamlayıcısıdır. Üniter devletlerde ise sadece idari adem-i merkeziyet söz konusu olabilir. Devletlerin kuruluş politikalarında federe yapılar ortak bir anayasa altında üst bir yapı oluşturuyorlarsa orada siyasî adem-i merkeziyet temel alınmış demektir. Devlet nüvesi tek bir üniter yapıya istinat ediyorsa, orada siyasî adem-i merkeziyet değil idari adem-i merkeziyet geçerli olacaktır. Yani bir devletin federal mi, üniter mi olduğu hususu adem-i merkeziyetin türüne göre değişir. Federal devletlerde yasama, yürütme ve yargı güçleri federal devlet ile federe devletler arasında paylaşılırken; üniter devletlerde yasama, yürütme ve yargı gücü tek merkezde toplanmaktadır. Mesela Amerika Birleşik Devletleri 50 adet federe devletçiğin birleşmesi ile ortaya çıkmış federal bir devlet iken Türkiye Cumhuriyeti tek bir devlet nüvesine sahip üniter bir devlettir.

Üniter devletlerde adem-i merkeziyet sadece idari formatta geçerli olmakla birlikte adem-i merkeziyetin dozu ve derecesi önem kazanmaktadır. Üniter bir devlette merkezden yönetimin vazgeçilmezliği ciddiyetle korunmak zorundadır fakat aynı zamanda merkezden yapılması emek ve zaman kayıplarına yol açtığından, mahalli idareleri ilgilendiren bazı konularla ilgili kararların merkezi yönetimi lüzumsuz meşgul etmesine fırsat verilmemesi de lâzımdır. Merkezi yönetim ile mahalli idareler arasında yapılacak olan görev bölüşümünün belli ölçülere dayandırılması gerekir. Ülke genelini ve devletin “şahs-ı mânevî”sini ilgilendiren kanun yapma, icra ve yargı güçleri yanında savunma, adalet, asayiş, istihbarat, vergi, hârici temsil, vâli ve kaymakam atamaları gibi hususlar merkezi yönetimi vazgeçilmez kılarken, mahalli ve müşterek ihtiyaçların yerinde karşılanmasına yönelik ameli uygulamalarda ise adem-i merkezi yaklaşım daha isabetli olmaktadır.

Tüm bu sebeplerden dolayı devlet idaresinde ne tek başına merkeziyetten ne de adem-i merkeziyetten bahsedilebilir. Bir devlette merkezi yönetimin varlığı esas, merkeze bağlı mahalli idareler ise merkezi tamamlayan unsurlar hükmündedir. Devlet idaresi bu iki unsur arasındaki ahenkle mükemmelleşir. Yönetimde adem-i merkeziyetçiliğin varlığı ne ret ne de inkâr edilmektedir. Devletler bir yana, günümüzde küçük örgütlerde bile karar paylaşımı bir zaruret hâlini almıştır. O hâlde mesele bu ikisi arasındaki uyumun nasıl sağlanacağı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Üniter bir devlet için adem-i merkeziyet yaklaşımı siyasî bir mahiyet kazanmadıkça ve mitoz bölünme gibi devletin varlığı ve bekası için bir tehdit unsuru olmadıkça, merkezi yönetim için mahzurlu olmak bir yana güçlendirici bir fonksiyon da ifa edebilir.

İdari adem-i merkeziyetin uygulanmasında farklılıklar bulunmaktadır. İdari adem-i merkeziyete göre yapılanan yerinden yönetim kuruluşları halkın mahalli ve müşterek ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla oluşan, idari ve malî özerkliğe sahip kamu tüzel kişiliğini haiz yapılar olup fonksiyonlarına veya hizmet sundukları mahalle göre iki şekilde teşkilatlanmaktadır. Özel idareler, belediyeler ve köyler coğrafi yerinden yönetim kuruluşları olarak sınırları belirlenmiş bir mahaldeki halkın mahalli ve müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere görev yaparken, üniversiteler veya devlet demiryolları gibi bazı kamu işletmeleri fonksiyonel yerinden yönetim kuruluşları olarak tek bir hizmeti ülke çapında yerine getirmektedirler. Bu sebeple coğrafi yerinden yönetimde idari ve malî özerklik bir mahalde oturanlara verilirken, hizmet veya fonksiyonel yerinden yönetimde idari ve malî özerklik hizmetin kendisine tanınmaktadır.

Türkiye’nin tarihsel sürecinde adem-i merkeziyet kavramına bakıldığında merkeziyetçiliğin esas alındığı, Osmanlı Devleti’nin kuruluş politikası ile gelenekleşip köklü bir siyasî sisteme dönüştüğü görülür. Adem-i merkeziyete ise ancak idari düzeyde müsaade edilmiştir. Bu sebeple Osmanlı Devleti federal bir mahiyet değil, üniter bir yapı arz eder. 19. yüzyıl sonlarına doğru devletin bekası için ortaya atılan görüşler incelendiğinde de hiçbir zaman siyasî bir adem-i merkeziyet görüşü ileri sürülmemiştir. Ancak idari adem-i merkeziyetçiliğin tarzından kaynaklanan tartışmalar mevcuttur. Bu tartışma vilayetlerin idaresinde görev paylaşımı (tefrik-i vezaif) ile yetki genişliğinin (tevsi-i mezûniyet) derecesi üzerinden sürdürülmüş; İttihat ve Terakki Fırkası merkeziyetçilikte ısrar ederken, Osmanlı Ahrar Fırkası adem-i merkeziyetçiliği savunmuştur. Ahrar Fırkası’nın kurucusu olan Prens Sabahaddin adem-i merkeziyet fikrini geliştirirken hem İngiliz siyasî sisteminden hem de Fransa’da yaşadığı yıllarda yakın temas içinde olduğu Le Play’den (ö. 1882) etkilenmiştir. Prens Sabahaddin, Osmanlı Devleti’nin bekasını “teşebbüsü şahsi, adem-i merkeziyet ve tefriki vezaif” şeklinde özetlenecek ferdiyetçi ve liberal bir programın uygulamasında görmüştür. Ancak adem-i merkeziyet farklı etnisitelerin yaşadığı Osmanlı Devleti’nde her kesim tarafından aynı şekilde anlaşılmıyordu. Özellikle gayr-ı müslim unsurlar idari adem-i merkeziyeti, siyasî bir muhtariyet şeklinde kabul etmek ve daha sonra da Yunanistan örneğinde olduğu gibi bağımsızlığa giden yolda bir merhale gibi görmek istiyorlardı. İttihat ve Terakki Fırkası ise adem-i merkeziyeti “merkez yok” o hâlde “merkez olmayınca memleket de yok olur” şeklinde anlıyor ve şiddetle karşı çıkıyordu. İttihat ve Terakki Fırkası sözcülerinden Hüseyin Cahit Yalçın (ö. 1957) Prens Sabahaddin’i ülkeyi parçalamaya götürecek bir siyasî adem-i merkeziyet anlayışına zemin açmakla suçlarken, Prens Sabahaddin ise ısrarla 1876 Kanunu Esasi’nin 108. maddesindeki “tevsi-i mezuniyet” fikrini savunduğunu, bunun da siyasî değil idari adem-i merkeziyete tekabül ettiğini ifade ediyordu. Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin on maddelik programında savunulan teşebbüs-i şahsi (özel teşebbüs) prensibinin kışla ve memuriyet zihniyetinden sıyrılarak özel teşebbüsün geliştirilmesi amacını taşıdığını söylüyordu. Diğer bir tartışma konusu olan “tefrik-i vezaif” konusu İttihatçılar tarafından yasama, yürütme ve yargı güçlerinin ayrılığı şeklinde anlaşılırken, Prens Sabahaddin meseleye merkez ve yerinden yönetim kuruluşları arasında gerekli olan bir vazife paylaşımı şeklinde bakmak gerektiğini ifade ediyordu.

Cumhuriyete geçişle birlikte üniter bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde merkeziyet ve adem-i merkeziyet kavramı idarenin bütünlüğü kapsamında ele alınmış ve mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkilerinin yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenleneceği ifade edilmiştir. Adem-i merkeziyet ilkesinin uygulanmasında aynı müesseseye hem millî hem mahalli görev verilebildiği için bu çift rol gereği millî menfaatlerin genel ve üstün, mahalli meselelerin özel ve tali sayılması, ayrıca mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla merkezi idareye mahalli idareler üzerinde idari vesayet kullanma yetkisi tanınmıştır.

Türkiye’de idari adem-i merkeziyetin hangi düzeyde olması gerektiği ve yetki paylaşımı konusundaki siyasî ve akademik tartışmalar ise hiç bitmemiştir. İdarede aşırı merkeziyetçiliği tadil etmek amacıyla zaman zaman hükûmetler düzeyinde çalışmalar olmuş, kurumsal düzeyde raporlar hazırlanmıştır.

Mahmut Bozan


Biyolojik antropolojinin yöntemleri ile genetik biliminden yararlanarak kimliği bilinmeyen kayıp şahıslara ait iskelet buluntularını kimliklendirme amacıyla geliştirilen bir bilim dalıdır. Adli antropoloji başlangıçta Amerika’da 1800’lü yılların ortalarında fizik antropolojinin bir alt dalı olarak kurulmuş olmakla birlikte, günümüzde adli bilimler veya antropoloji bilimleri şemsiyesi altında farklı bir disiplin olarak gelişmeye devam etmektedir. Adli antropoloji, kimliği bilinmeyen insan kalıntılarında iskeletleşmiş veya iskeletleşmeye başlamış, donmuş, mumyalaşmış sabunlaşmış veya ısıya maruz kalmış olgularda, kimliklendirmede ve muhtemel ölüm nedeni belirlemede, güncel veya üzerinden zaman geçmiş olguların aydınlatılmasıyla ilgili araştırma yapmakta ve adli bilimlerin önemli bir alanı olarak gelişmeye devam etmektedir.

Adli antropolojik ilk çalışma, Amerika Birleşik Devletlerinde 1850’li yıllardaki Webstar-Parkman davasındaki kimliklendirme çalışmasıdır. Bu yıllarda Harvard Tıp Fakültesi inşaatı için arazi bağışlayan Dr. George Parkman’ın, Harvard Kimya Profesörü John Webster tarafından öldürülmesi olayının, antropolog Wyman tarafından çözülmesi sonucunda Webster hüküm giymiştir. Diğer yandan Adli antropolog William Marvin Bass tarafından 1900’lü yılların sonlarına doğru ilk adli antropoloji araştırma merkezinin açılmasından sonra kurulan “ceset çiftliğinde” kadavralar üzerinde sistemli bilimsel adli antropolojik araştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Adli antropolojik araştırmalarda kullanılan metotların geliştirilmesi açısından bu “ceset çiftliği” önem arz etmiştir.

Daha sonra İkinci Dünya Savaşı ve Kore Savaşlarında yaşamlarını yitiren çok sayıda askere ait iskeletlerin kimliklendirilmesi için adli antropologlara ihtiyaç duyulmasıyla, adli antropoloji alanında gerçek anlamda uzmanlar yetiştirilmeye başlanmıştır. Bu savaşlar sonucu gerçekleşen toplu ölümler ve bu toplu ölümlerdeki bireylerin kimliklendirme problemleri, adli antropoloji biliminin gelişmesinin en önemli nedenlerinden birisidir. Bu süreçte fizik antropolog Charles Snow savaşlarda ölenlerin cesetlerinin kimliklendirme çalışmalarında görev almıştır. Böylece Adli antropoloji ilk kez 1971’de kurulan Amerikan Adli Bilimler Akademisinin alt disiplinlerinden biri olarak kabul görmüştür ve bu tarihten sonra adli antropologlar kimliklendirme çalışmaları yapan adli bilimci ekiplerde resmen görev almaya başlamışlardır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde 1878’de adli antropoloji ile ilgili iskeletlerden ilk uygulamalı çalışmalar Thomas Dwight ile başlamıştır. Thomas Dwight, Harvard Anatomi Müzesi’nde osteoloji bölümünü kuran, insan iskelet kalıntılarını inceleyerek kimliklendirme yapılabileceğini ortaya atan bilim insanıdır ve adli antropolojinin babası olarak kabul edilmektedir. Zoolog olan Harris H. Wilder (1864-1928) ise daha çok dermatoglif (parmak izi analizi) ve kafataslarından yeniden yüzlendirme üzerine çalışmalar yaparak kişisel kimlikle ilgilenen Avrupalı bir zoologdur. Böylece parmak izinden kimlik tayini ve yeniden yüzlendirme çalışmaları da Wilder ile birlikte başlanmıştır.

Biyolojik antropoloji ve anatomi alanlarında önemli araştırmacılardan biri olan T. Wingate Todd (ö. 1938) adli antropoloji biliminin ilk temsilcilerindendir. Todd, 1938 yılına kadar Dr. Hamann ile birlikte 3000’den fazla insan iskeletinin yer aldığı Hamann-Todd iskelet koleksiyonunu oluşturmuştur. Günümüzde pek çok anatomistin ve antropoloğun uygulamalı çalışmalar yaptığı Hamann-Todd iskelet koleksiyonu, adli antropolojik açıdan son derece önemli bir arşivdir. Todd’un bu iskelet serisinden yararlanılarak oluşturduğu yaş ve cinsiyet tahmini metotları günümüzde hâlen kullanılmaktadır.

Son yıllarda adli antropologların da yer aldığı ekipler tarafından kimliklendirme çalışmaları yapılan en popüler olaylardan biri, 11 Eylül 2001’de New York’taki ikiz kulelere yapılan intihar saldırısı olayıdır. Günümüzde 9/11 olarak bilinen bu olayda ölenlerin kimliklendirilmesinde adli antropologlar da görev almıştır. Bunun dışında Bosna, Azerbaycan, Meksika, Irak, Bağdat, Arjantin, Abhazya ve Kıbrıs gibi ülkelerdeki toplum gömü çalışmaları da adli antropologların görev aldıkları diğer önemli vakalardır. Türkiye’de ilk kez Muharip Gaziler Derneğinin 10.11.2018 tarihli (Genel Sekreterlik aracılığıyla tüm şube ve temsilciliklere gönderilen) yazısında Kore Savaşı ve diğer savaşlar sırasında Türk ordusuna mensup şehit ve kayıpların aranması ve kimliklendirilmesine yönelik bir projeyle adli antropoloji gündeme getirilmiştir, ancak bu proje daha sonra devam etmemiştir.

Adli antropolojinin ilk ve en önemli aşaması olay yerinin kontrol altına alınmasının sağlanması ve belgeleme işleminin düzgün ve eksiksiz yapılmasıdır. Daha sonra olay yerindeki buluntuların neler olduğunu tanımlayarak sistemli bir şekilde çalışma yapılmalıdır. Olay yerinden ele geçen ceset veya iskeletlerin ne derece ayrışmış olduğunu araştırmak, bireylerin başından geçen olayları anlamak açısından önemlidir. Adli antropolojik araştırmaların amacı; çeşitli olaylar sonucunda yaşamını yitirmiş, zaman aşımına uğramış ve ya yakın zamanda ölmüş kişi veya kişilerin kimliklendirilmesine yardımcı olmak ve ölüm sonrası zaman aralığını tahmin etmeye çalışmak, muhtemel ölüm nedenini araştırmak ve olayla ilgili ayrıntılı bilgi edinmeye çalışmaktır. Adli antropologların çalışma alanları hem olay yeri inceleme uzmanları hem de adli tıp hekimlerinin çalışmalarıyla örtüşmektedir. Adli antropologlar osteoloji eğitimi almış olmalı, arkeolojik kazı sistemini bilmeli ve kimliği belirsiz insan kanıtlarının olay yerinden doğru ve sistemli kurtarılmasını sağlamalıdır. Özellikle savaş kurbanlarına ait toplu gömü çalışmalarında, çok kültürlü koşullarda, ailelerle daha etkili bir iletişim kurup görüşmeleri kolaylaştırmak için sosyo-kültürel bilgilere sahip olmalılardır.

İskelet buluntularının insana ait olup olmadığı, birey sayısı, cinsiyet, yaş, etnik köken, boy, morfolojik özellikler belirlenmekte ve pozitif kimliklendirmeye yardımcı olacak varyasyon ve anomalilerin varlığı araştırılarak ölümle ilgili sorunları çözmeye yardımcı olabilecek fiziksel kanıtlar değerlendirildikten sonra kimliklendirme yapmak adli antropologların görevidir. Bunun yanı sıra iskelet veya ceset buluntuların birincil veya ikincil gömü mü olduğu; tekli, çoklu ve toplu gömüler olduğunu belirlemek de adli antropologların görevleri arasındadır. Bununla birlikte ölen bireyin veya bireylerin muhtemel ölüm nedenini araştırmak (örn. kurşun yarası, bıçaklama, boğulma), ölüm şekli hakkında bilgi (yani cinayet, intihar, kaza veya doğal), failin veya faillerin kimliği gibi soruların cevaplanmasına yardımcı olmak da adli antropologların görevleri arasında yer almaktadır.

Adli antropolojide iskeletten kimliklendirme yapılırken biyolojik antropolojinin yöntemleri uygulanmaktadır. Adli antropolojik araştırmalarla, doğal felaket, savaş katliamları, terör kurbanları, zorunlu göçler, kitle olayları ve kazalar sonucu ölen kişilerin yarı iskeletleşmiş, iskeletleşmiş, yanmış ya da parçalanmış kalıntılarından elde edilen bilgiler, ilişkili diğer farklı disiplinlerin verileriyle birleştirilerek kimliği belirsiz kayıp şahısların kimliklendirilmesine yardımcı olunmaktadır. Adli antropoloji uzmanları, insan iskelet kalıntılarında biyolojik yaş tahmini, boy uzunluğu ile cinsiyet ve etnik köken belirleme, diş ve vücut patolojileri ile morfolojik özellikler belirledikten sonra kayıp kişiye ilişkin bilgileri sağlayarak kimliklendirme yapmaya çalışmaktadırlar. Bununla birlikte, kemiklerden ölüm süreci ve sonrasında oluşmuş travmaların olup olmadığı incelenerek muhtemel ölüm nedeni araştırılmaktadır. Bu bilgiler ışığında kayıp kişilerin etnik kökenleri, ölüm zamanları, sağlık problemleri, mesleki bilgileri hakkında bilgilere ulaşılıp, kayıp kişi veya kişilerin kimliği ile ilgili ipuçları elde edilmektedir. Ayrıca adli antropolojik araştırmalarla, kayıp kişilere ait kafa iskeletlerinden yeniden yüzlendirme (fasiyal rekontruksiyon) ile kayıp kişilerin olası fotoğraflarıyla buluntu kafa iskeleti çakıştırılarak (superimpozisyon), bulunan kişi hakkında destekleyici bilgilere de ulaşılabilmektedir. Adli antropolog elde ettiği bilgilerle, adli bilimciler ve hukukla ilgili yetkililere yardımcı olmaya çalışmaktadır. Adli antropolojik çalışmalarda DNA analizi yapmak son derece önemli olmakla birlikte, her adli vakada DNA bulmak mümkün olmayabilir. Bu durumda antropolojik incelemeler daha da önem kazanmaktadır.

Son yıllarda adli antropologlar, iskelet biyolojisi, insan anatomisi ve modern insan varyasyonu, kemik zedelenmesi ve biyomekaniği ile ilgili eğitim almalarının yanı sıra kemik patolojisi ve tafonomi ile arkeolojik kazı metotları hakkında da bilgi sahibi olmaktadırlar. İyi eğitim almış bir adli antropolog, iskeletten cinsiyet, yaş, hastalık, bireyin ya da toplumun sosyoekonomik durumu, mesleki alışkanlıklar, travma izleri ve tafonomik değişimleri kolayca tanımlayabilmektedir.

Ülkemizde son yıllarda önem kazanmış olan adli antropoloji henüz kurumsallaşmamakla birlikte, adli bilimler bünyesinde adli antropoloji yüksek lisans ve doktora eğitimine başlanmıştır. Bu alanla ilgili çalışmalar yürüten emniyet ve jandarma kriminal, olay yeri inceleme ekipleri, felaket kurbanları kurtarma ekipleri ile adli bilimlerin diğer disiplinlerindeki uzmanların yararlanabilmeleri için sertifikalı adli antropolojik kursları da düzenlenmektedir. Son yirmi yılda adli bilimlerin gereksinimleri doğrultusunda hızlı bir ivme kazanan adli antropoloji, bugün önemli bir bilim alanı hâline gelmiştir.

Ayla Sevim Erol


Toplumun tamamı veya belli kesimleri için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplar doğuran, normal hayatı ve insan faaliyetlerini durduran veya kesintiye uğratan doğal, teknolojik veya insan kaynaklı olaylara afet denir. Esas olarak afet, olayın kendisi değil, doğurduğu sonuçtur.

Afetler can kaybına, ağır yaralanmalara, mal kayıplarına ve altyapıların (kritik tesisler, okullar, hastaneler, yollar, vb.) zarar görmesine neden olur. Bu durumun, doğrudan fiziksel kayıplar yanında geçim kaynaklarını, kamu hizmetlerine erişimi (eğitim ve sağlık hizmetleri vb.) kesintiye uğratan ve sosyal ve ekonomik gelirler üzerinde olumsuz ikincil etkilere yol açan başka dolaylı sonuçları da vardır. Bu nedenle afetlerin sürdürülebilir kalkınma hedefleri üzerinde de yıkıcı etkisi bulunmaktadır.

Afet türleri doğal ve insan kaynaklı afetler olmak üzere iki ana başlık altında incelenmektedir. Doğal afetler, jeolojik, meteorolojik, hidrolojik, klimatolojik, biyolojik veya kaynağı dünya dışında olan tehlikelerden kaynaklanan doğa olaylarının sonuçları olarak tanımlanmaktadır. Deprem, sel, heyelan, çığ, kuraklık, fırtına, dolu, hortum, göktaşı düşmesi gibi olaylar afete neden olabilecek doğa olayları arasında sıralanabilir. İnsan kaynaklı afetler ise politik faktörlerin ve insan faktörlerinin etkin olduğu savaşlar, iç çatışmalar, terör eylemleri, büyük yangınlar, büyük göçler ile endüstriyel kazalar gibi teknolojik olaylar ve bunların doğurduğu sonuçlardır. İnsan kaynaklı afetler de doğal afetler gibi can kaybına, hastalıklara, sosyal, ekonomik ve çevresel kayıplara neden olur.

Afet yönetimi, afetlerin etkilerini azaltmak amacıyla afet öncesinde zarar azaltma ve hazırlık, afet anında müdahale ve sonrasında iyileştirme ve geri kazanım için ihtiyaç duyulan kaynakların ve faaliyetlerin organizasyonu ve yönetimini kapsayan, çok disiplinli, çok aktörlü dinamik bir süreçtir. Afet yönetiminde iki temel yaklaşım bulunmaktadır. Bunlar, yalnızca afete müdahale eylemlerini içine alan “geleneksel afet yönetimi” ile afet öncesi, afet sırası ve sonrasındaki tüm süreçleri içine alan “modern afet yönetimi” yaklaşımlarıdır. Modern afet yönetimi temel alınarak üç ana afet yönetimi modeli geliştirilmiştir.

Modern Afet Yönetim Modeli, toplumların afetlerin etkilerinden en az düzeyde etkilenmesi, can ve mal kayıplarının mümkün olduğunca önlenmesi amacıyla afet öncesinde, sırasında ve sonrasında “hazırlık, acil müdahale, iyileştirme ve zarar azaltma” evrelerini içine almaktadır. Model, getirdiği sistematik yaklaşımla afet yönetimi süreçlerinin netleşmesini sağlamaktadır ancak yürütülecek çalışmaları ve uygulanacak yöntemleri içeren bir yönetim ve örgütlenme biçimi önermemektedir.

Bütünleşik Afet Yönetim Modeli ise afet ve acil durum yönetimi ile ilgili geleneksel kavramların ve bir olaya anında müdahale ve sonrasındaki kurtarma sürecine odaklanma anlayışının yerine geçen kavramsal ve pratik bir yaklaşımdır. Bu modelde, afet yönetiminin her evresinde risklerin yönetimine odaklanılmaktadır. Bunun neticesinde risk senaryoları hakkında daha kapsamlı bilgi ve anlayışa gerek duyulmaktadır. Modern yaklaşımlarda zarar azaltma ve hazırlık aşamalarına odaklanılarak can ve mal kayıplarının önüne geçilmesi hedeflenmekte, güvenli yaşam alanlarını ve dirençliliği artıracak uygulamalar ile yasal altyapı geliştirilmektedir. Bütünleşik afet yönetim sistemi, afet yönetiminde ülkedeki tüm kaynakların (insan kaynağı, her türlü araç, gereç ve malzeme) koordineli olarak kullanıldığı bir sistemdir. Bu sistem ülkelerin sürdürülebilir kalkınmasının afetler nedeniyle kesintiye uğramamasını sağlayacak önlemlerin alınması amacıyla zarar azaltma ile hazırlık evrelerine ayrılan kaynakların ve çabaların giderek arttırılmasını sağlamaktadır.

Ülke kaynaklarının etkin kullanımı açısından kalkınma planlarında toplumun afetlerde zarar görebilirliğine ilişkin değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu değerlendirmeler temel alınarak önleyici tedbirlerin alınmasına özen gösterilmektedir. Bütünleşik model, modern afet yönetiminin evrelerini bütüncül bir yaklaşımla ele almaktadır. Her evrede yürütülecek çalışmalar ve bu çalışmaların sorumlularının belirlenmesi gerekmektedir. Model, afet öncesi, sırası ve sonrasındaki tüm evreler için kapsamlı planlama faaliyetlerini gerektirmektedir.

Toplum Tabanlı Afet Yönetim Modeli, afet yönetiminin yalnızca kurum ve kuruluşların görevi olmadığını kabul eden tüm toplumun karar alma süreçleri de dahil olmak üzere afet yönetim sisteminin içinde yer aldığı bir yaklaşımdır. Afetin etkilerinin önlenmesi/azaltılması için yerel düzeye hatta bireylere sorumluluk vererek aşağıdan yukarıya bir yapılanma gerektirmektedir.

Gelişmiş ülkeler afetlerle mücadelelerini modern afet yönetimi terimleri ve evreleri üzerine şekillendirmektedir. Bu doğrultuda, risk temelli afet yönetim uygulamaları tercih edilmektedir. Afet yönetiminin zarar azaltma, hazırlık, müdahale ve iyileştirme evrelerinde risklerin belirlendiği ve önleyici tedbirlerin her evrede hayata geçirildiği bütünleşik afet yönetim modeli en kabul gören yaklaşımdır. Öte yandan her bir bireyin, afet yönetiminde belirli bir bilinç düzeyine ulaşmasının yanı sıra afet yönetimi süreçlerinde sorumluluk aldığı toplum tabanlı afet yönetimi yaklaşımı da giderek güç kazanmaktadır.

Türkiye’nin ise jeolojik ve jeomorfolojik yapısından ve iklim özelliklerinden kaynaklanan, can ve mal kaybına, ekonomik ve çevresel kayıplara neden olan doğal afetlerle karşı karşıya olduğu görülmektedir. Sismolojik olarak dünyanın en aktif bölgelerinden birinde yer alan ülkemizde, 1900 yılından günümüze kadar 290 yıkıcı deprem yaşanmış olup yaklaşık 700.000 bina yıkılmış veya ağır hasar görmüştür. Ayrıca sel/su baskını, heyelan, kaya düşmesi, çığ gibi afetler de bölgeler/mevsimler bazında sıklıkla yaşanmaktadır. Ülkemizde etkili olan en yaygın üç afet türü sırasıyla deprem, yangın ve seldir.

Ülkemizde doğal afetlere ilişkin politikalar ilk olarak 1939 yılında yaşanan ve 30 binden fazla insanın ölümüne neden olan Erzincan Depremi sonrası geliştirilmeye başlanmıştır. 1959 yılında çıkarılan bir kanun ile afet yönetimi konusundaki yasal boşluk giderilmeye çalışılmıştır. Ülkemizde afet yönetimi alanında en büyük kırılma ise 1999 Büyük Marmara Depremi ile yaşanmıştır. Ülkemizin deprem gerçeğiyle en acı şekilde yüzleştiği bu felaket, afet yönetim sisteminin ele alınması ve iyileştirilmesine yönelik kararların da öncüsü olmuştur.

2009 yılında, afet yönetimindeki çok başlı ve karmaşık yapı yerine bütüncül bir afet yönetimi yapısına geçilmesi amacıyla bu alanda görevi bulunan İçişleri Bakanlığı’na bağlı Sivil Savunma Teşkilatı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’na bağlı Afet İşleri Genel Müdürlüğü ve Başbakanlığa bağlı Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü birleştirilerek Başbakanlığa bağlı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) kurulmuştur. Böylece afet öncesinde alınacak önlemler, afet sırasında yapılacak müdahaleler ve afet sonrasında yürütülecek iyileştirme çalışmalarının tek elden koordine edildiği bir sisteme geçilmiştir.

AFAD’ın kuruluşu esasen bir zihniyet dönüşümünün kurumsallaşmış ilk adımı olarak düşünülebilir. Böylece kriz yönetimine odaklı afet yönetimi yaklaşımı yerine her aşamada risklerin yönetilmesine odaklanan bir yaklaşım benimsenmiş, toplum odaklı “Bütünleşik Afet Yönetim Sistemi” hayata geçirilmeye başlanmıştır. İlk olarak Türkiye Afet Müdahale Planı (TAMP) hazırlanarak etkili bir başlangıç yapılmıştır. Afetin meydana geldiği an anlamına gelen “sıfırıncı dakikada” afete müdahalenin başlatılması amaçlanmıştır. TAMP ile deprem ve diğer tüm afet türleri için gereken arama kurtarma, güvenlik, enerji, sağlık, beslenme, barınma, ulaştırma, haberleşme, hasar tespit ve psiko-sosyal destek gibi alanlarda kapasite ve koordinasyon güçlendirilmiştir. Kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının tüm kaynaklarını içine alan etkili bir kaynak planlaması yapılarak afetlere müdahale kapasitesi geliştirilmiştir. TAMP’ın ana çözüm ortakları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Türk Kızılay’dır. TAMP, 2014 yılında yürürlüğe girmiştir. Afet anında sürdürülebilir ve güvenli haberleşme sağlanması amacıyla Kesintisiz ve Güvenli Haberleşme Sistemi kurulmuştur. 2015 yılında afetlerde acil olarak ihtiyaç duyulan çadır ve çadır içi malzemelerin afet bölgesine vakit kaybetmeden ulaştırılması amacıyla 81 ile yayılan lojistik depo sistemi de hayata geçirilmiştir. Tüm illerde bulunan arama kurtarma ekipleri güçlendirilerek afete müdahalenin en kritik unsurlarından olan arama kurtarma kapasitesi artırılmıştır.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yürüttüğü kentsel dönüşüm çalışmaları ve etkili yapı denetim uygulamaları afet risklerinin azaltılması için büyük önem taşımaktadır. Bunlara ek olarak ülkemizin son yıllarda ulaştırma, sağlık, enerji gibi tüm alanlarda yakaladığı gelişim ile afetlerin etkin yönetimi için güçlü bir altyapı oluşturulmuştur.

Afet yönetiminde ihtiyaç duyulan tüm veri, bilgi ve kaynakların tek bir sistem üzerinden ortak bir veri tabanında toplanması, afetin tüm aşamalarının dijital ortamda yönetilmesi ve kaynakların verimli şekilde kullanılması amacıyla Afet Yönetimi ve Karar Destek Sistemi (AYDES) çalışmaları da yine aynı dönemde uygulamaya alınmıştır.

Afetlerde yaşanan can ve mal kayıplarının en aza indirilmesi için toplumun tüm kesimlerinin afetler konusunda bilinçlendirilmesini hedefleyen Afete Hazır Türkiye Eğitim ve Bilinçlendirme Projesi 2012 yılında başlatılmıştır.

Ülkemizin her noktasındaki deprem, çığ, kaya düşmesi ve heyelan duyarlılıkları ile tehlikelerini tek bir haritada göstermeyi amaçlayan Bütünleşik Afet Tehlike Haritaları projesi 2015 yılında başlatılmıştır. Deprem kaynaklı risklern azaltılması konusunda iki önemli çalışma olan Türkiye Deprem Tehlike Haritası ve Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği güncelleme çalışmaları tamamlanmıştır.

Afet risklerinin belirlenmesi, her türlü tedbirin topyekûn bir şekilde alınarak bu risklerin önlenmesi ve azaltılması için yürütülecek faaliyetlerle, rol ve sorumlulukları belirlemeyi amaçlamayan Türkiye Afet Risk Azaltma Planı (TARAP) çalışmaları da 2015 yılında başlatılmıştır. Afet nedeniyle zarar gören ekonomik, sosyal ve psikolojik şartların iyileştirilmesi amacıyla hazırlanmakta olan Türkiye Afet İyileştirme Planı çalışmaları son yıllarda hız kazanmıştır.

Afet yönetimi yaklaşımları dijitalleşme çağının zirveye ulaştığı bu dönemde veri temelli yaklaşımlara dönüşmektedir. Afetler ve muhtemel etkileri üzerine çok daha yüksek doğruluğa sahip verilerle daha gerçekçi değerlendirmeler yapılabilmektedir. Dijital dönüşümünü hızla gerçekleştiren ülkemizde, afet yönetim sistemi de bu doğrultuda geliştirilmektedir. Coğrafi Bilgi Sistemleri (CBS) tabanlı mekânsal verilerin ışık tuttuğu yeni afet yönetimi uygulamaları ile afetlerde can ve mal kaybını en aza indirecek önleyici tedbirler hayata geçirilmeye başlanmıştır.

Günümüzde, tehlikelerin belirlenmesi, risk analizleri, afet bölgesinin hızla tespiti, hasar tespit çalışmaları gibi konularda nesnelerin interneti, yapay zekâ, robotik ve drone teknolojileri gibi pek çok alandaki ilerlemeler toplumların afetlere dayanıklılığını güçlendirmeye öncülük etmektedir. Afet yönetimi kavramları ve afet yönetim sistemleri de bu değişimden etkilenmektedir. Dolayısıyla dijitalleşmenin hızla dönüştürdüğü alanlardan birinin afet yönetimi olması kaçınılmaz görünmektedir.

Ülkemizin afet yönetim sistemi, dijital dönüşüm çağının tüm fırsatlarının etkin şekilde kullanıldığı ve yakın gelecekteki teknolojik gelişmelerin planlamalara ve geliştirilen sistemlere entegre edildiği, sürekli iyileştirilen dinamik yapısıyla sürdürülebilir afet yönetim sistemleri arasında farkını ortaya koymaktadır. Risk odaklı planların sürekli iyileştirilmesi, kaynak yönetiminin canlı veri ile desteklenmesi, risk analizi ve erken uyarı sistemlerinde en ileri tekniklerin kullanılması ile çağı yakalayan hatta çağın ötesine geçen bir sistem inşa edilmiştir. Afet yönetimi alanında yaşanan bu tarihî dönüşümle afetlerle mücadele konusunda ülkemiz Cumhuriyet tarihindeki en gelişmiş noktasına ulaştırılmıştır. Son yıllarda insanı merkeze alan politikaların birer birer hayata geçirildiği Türkiye’de, afetlerle mücadelede kararlılığın sürdürülmesi Türkiye’nin afet yönetim sistemini daha da ileriye taşıyacaktır.

Fuat Oktay


Hristiyan geleneğinde belli eylemler nedeniyle bir kişinin, yetkili din adamı veya konsiller tarafından cemaatten çıkarılması ve kilisedeki haklarından mahrum bırakılmasıdır.

Latince "excommunicatio" ile ifade edilmekle beraber Türkçedeki "aforoz" terimi, Yunancada benzer anlama sahip "aphorozein"den gelmektedir. Batı dillerinde aforozun karşılığı olarak, lanetlenmekle ilgili bir anlamı bulunan anathema terimi de kullanılmaktadır. Enterdi (interdict) de bazen aforozla birlikte kullanılan ve içerik açısından onunla benzerlik gösteren bir kavramdır. Enterdi; papa tarafından verilen bir ceza olup bir bölge veya ülke halkının Hristiyan sakramentlerine katılmaktan men edilmesini ifade etmektedir.

Aforoz yetkisi papalar, piskoposlar ve kilise konsillerindedir. Aforoz edilen kimse kilisenin hiçbir hizmetinden yararlanamaz ve cenazesi kilise görevlileri tarafından kaldırılamaz. Aforoz, kişinin yanlışından dönmesi veya affedilmesi sonucu kaldırılabilir. Aforozun kaldırılması, Tanrı ve Hristiyan cemaatle tekrar bir araya gelme anlamında, uzlaşma (reconciliation) terimi ile ifade edilir.

Majör ve minör aforoz olarak adlandırılan büyük ve küçük aforozdan ilki kişiyi tamamen kiliseden atmak ve diğerlerinin bu kişiyle herhangi bir şekilde bağlantı kurmasını yasaklamak; ikincisi ise kişinin sadece komünyon ayinine katılımını kısıtlamayı içermektedir. 1917 tarihli Kilise Yasası’nda bu ayırım vitandi ve tolerati şeklinde kendini göstermiştir. Bunun yanında, belli yasaklar çiğnendiğinde kendiliğinden devreye giren otomatik aforoz (latae sententiae) ve yetkili kişi ve kurumların hüküm vermesiyle oluşan aforoz (ferendae sententiae) şeklinde bir ayırım da söz konusudur. 1983’te yayınlanan ve hâlâ geçerli olan Kilise Yasası’nda aforozu gerektiren dokuz eylem sayılmaktadır. Papaya fiili saldırıda bulunmak, günah çıkaran birinin sırrını ifşa etmek, kürtaja yardım etmek aforozu icap ettiren fiiller arasındadır.

Rum Ortodoks Kilisesinde ve Kadim Doğu Kiliselerinde de çeşitli biçimlerde aforoz mevcuttur. Protestanlar’da farklı kavramlarla ifade edilse de benzer disiplin cezaları vardır. Yahudi geleneğindeki bir uygulama olan herem (sinagogtan atma ve Yahudi cemaatinden uzaklaştırma) aforozla benzerlik göstermektedir. İslâm dininde ise kilise benzeri bir yapılanma ve ruhban sınıfı olmadığından bir kişiyi ibadetlerden menetmek şeklinde kurumsal bir uygulama mevcut değildir.

Bekir Zakir Çoban


Toplam 114 sayfa